Monday, November 26, 2007

PONTUS RUM LAZISTAN ULKESI

Batı Asya'da bir ülke.Bugünkü Ermenistan Cumhuriyeti, tarihi devirlerde Ermenistan olarak adlandırılan bölgenin küçük bir kesimini kapsar. Daha önce Sovyetler Birliği'ne ait bir cumhuriyet iken 1991'de bağımsızlığını ilan etmiştir. Batısında Türkiye, kuzeyinde Gürcistan, doğusunda Azerbaycan ve güneyinde İran bulunur. Denize kıyısı yoktur. 2006 itibariyle nüfus 2.975.000'dir. Başkenti Erivan'dır.Ermenistan Adının TarihiBir coğrafi tanım olarak Arminiya veya Armaniya adına en erken Eski Fars (Pers) imparatoru I. Darius'un yak. MÖ 510 tarihli Bisutun Anıtı'nda rastlanır. MÖ 399 yılında bölgeyi gezerek ayrıntılı tasvirler yapan Yunanlı tarihçi Ksenofon'un eserinde ülke adı Armenia olarak geçer.Strabon Coğrafya'sında (MS 1. yüzyıl) ve Roma İmparatorluğu'nun idari bölünümünde Armenia sınırları şöyle tanımlanır: Batıda Fırat nehri, güneyde Güneydoğu Toros sıradağları, güneydoğuda Hakkâri dağları ve Urmiye Gölü, kuzeydoğuda Sevan Gölü ve Karabağ, kuzeyde Çıldır Gölü ve Doğu Karadeniz Dağları. Ortaçağ Arap kaynaklarında aynı bölgenin adı Armaniyya veya Ermeniyye (Ar: أرمنية) olarak geçer. Eski Türkçe metinlerde Ermeniyye adına 15. yüzyıla kadar rastlanır.Yüzyıllarca sadece tarihi bir isim olarak hatırlanan "Armenia/Ermenistan" adı, 19. yüzyılın milliyetçi politikaları döneminde tekrar güncel anlam kazanmıştır.Modern Ermenistan'ın DoğuşuTarihi Ermenistan'ın bir kısmı olan bugünkü Ermenistan İran'ın Revan (Erivan) vilayetinden ibarettir. 1827'de Paskeviç yönetimindeki Rus ordusu tarafından fethedilmiş ve 1828'de Türkmençayı Antlaşması ile resmen Rus egemenliğine girmiştir. Aynı yıl reorganize edilen idari birime Armyanskii Oblast (Ermeni Vilayeti) adı verilmiştir. Vilayetin o tarihte %18 dolayında olan Ermeni nüfusu, Rus yönetimi tarafından davet edilen İran Ermenilerinin göçü sonucunda 20. yüzyıl başında %48 düzeyini bulmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğundan mülteci olarak gelen Ermenilerle birlikte bu sayı %70'lere ulaşmıştır.1917 Devrimi'nden sonra Rus Devletinin çöküşü üzerine kurulan Transkafkasya Federasyonu 28 Mayıs 1918'de dağılmış ve Erivan'da Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti ilan edilmiştir. İkibuçuk yıl süren bağımsızlığı sırasında ekonomik, askeri ve siyasi krizlerle sarsılan cumhuriyet 1920 Kasım ayında Türk ve Sovyet ordularının eş zamanlı işgaline uğrayarak bağımsızlığını kaybetmiş ve 2 Aralık 1920'de Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti adıyla Sovyetler Birliği'ne katılmıştır.Ermenistan CumhuriyetiSovyetler Birliği'nin son döneminde 1988 yılında Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti ile Azerbaycan arasında, Dağlık Karabağ (Nagornıy Karabağ) bölgesi üzerinde anlaşmazlık çıktı. Azerbaycan'a ait fakat nüfus çoğunluğu Ermenilerden oluşan bir özerk bölge olan Dağlık Karabağ'da Ermeniler ayaklanarak ayrı bir cumhuriyet ilan ettiler. Ermenistan ile Azerbaycan savaşın eşiğine gelirken, her iki cumhuriyette Azeri ve Ermeni azınlıklar şiddet olaylarına maruz kaldı. Çatışmalar sürerken Mayıs 1990'da Yeni Ermenistan Ordusu kurularak Sovyet ordusundan fiilen bağımsız bir yapıya kavuşturuldu.Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine Ermenistan 23 Ağustos 1991'de bağımsızlığını ilan etti. Şiddetlenen Ermeni-Azeri savaşında Ermenistan, D. Karabağ ile Ermenistan arasındaki Laçin Koridoru'nu da işgal ederek D. Karabağ'ı fiilen kendisine ilhak etti. Azerbaycan'ın Ermenistan'a uyguladığı ekonomik ambargo, ülkede büyük sıkıntılara yol açtı. 1993'te Türkiye de Ermenistan'a karşı ambargoya katıldı. D. Karabağ savaşı 1994'te Rusya'nın empoze ettiği ateşkesle sona erdi.Halen Ermenistan uluslararası topluluk tarafından Azerbaycan'a ait sayılan toprakların %14'ünü (D. Karabağ ve Laçin Koridoru dahil) işgal altında bulundurmaktadır. Türkiye bu durumu gerekçe göstererek Ermenistan Cumhuriyeti ile diplomatik ilişki kurmaktan kaçınmış ve bu ülke ile sınırlarını trafiğe kapatmıştır.Ermenistan siyasetinde D. Karabağ kökenli siyasi örgüt ve kişilerin egemenliğine dikkat çeken bazı gözlemciler, Ermenistan'ın D. Karabağ'ı değil, aksine D. Karabağ'ın Ermenistan'ı ilhak ettiğini ileri sürmüşlerdir.

HOPA

Laz are called by neighbouring Hemşinli (islamized ethnic Armenians) Con (Tsan, Tson, Jan) or something like that. Is that correct?.. In return, Laz people call Hemşinli with their "proper" name -- Ermeni (no translation needed, right?)People in that area are reluctant to say who they are for very obvious reasons: the society is far from being friendly to non-Turks. So, for example, if you ask Hemşinli person a question: who are you? The first answer will be "I am a Turk". "Sure?" "Yes absolutely, some will say, we are Cepni, we are Baş-Turks, the original ones, the real Turks, our ancestors came from Middle Asia." Ok."Then why do you use a language different from Turkish?", you may ask They may reply, "we lived for so long among Armenians and we adapted their language". Hmmm. I don't buy that argument. Well, after they trust you little more they may open up and tell you something about being associated with Anatolians, Kurds, Pontians. More precisely, they will call themselves Laz. Even more precisely, Hemşinli. And deep inside, they would know, Hemşinli speak Armenian language, so after all they must be Armenians... Very deep inside.

Monday, November 12, 2007

PONTIAN GENOCIDE

May 19 has been recognized by the Greek parliament as the day of remembrance of the Pontian Greek Genocide by the Turks. There are various estimates of the toll. Records kept mainly by priests show a minimum 350,000 Pontian Greeks exterminated through systematic slaughter by Turkish troops and Kurdish para-militaries. Other estimates, including those of foreign missionaries, spoke of 500,000 deaths, most through deportation and forced marches into the Anatolian desert interior. Thriving Greek cities like Pafra, Samsous, Kerasous, and Trapezous, at the heart of Pontian Hellenism on the coast of the Black Sea, endured recurring massacres and deportations that eventually destroyed their Greek population.The opening bell of the genocide came with the order in 1914 for all Pontian men between the ages of 18 and 50 to report for military duty. Those who "refused" or "failed" to appear, the order provided, were to be summarily shot. The immediate result of this firman (decree) was the murder of thousands of the more prominent Pontians, whose name appeared on lists of "undesirables" already prepared by the Young Turk regime.
Added thousands ended up in the notorious Labor Battalions (amele taburu). In a precursor of what was to become a favorite practice in Hitler's extermination camps, Pontian men were driven from their homes into the wilderness to perform hard labor and expire from exhaustion, thirst, and disease. German advisors of the Turkish regime (what a surprise!) suggested that Pontian populations be forced into internal exile. This "advise" led directly to the emptying of hundreds of Pontian villages and the forced march of women, children, and old people to nowhere. The details of this systematic slaughter of the Pontians by the Turks were dutifully recorded by both German and Austrian diplomats.
The Pontians, unlike Greeks elsewhere in Asia Minor, did try to organize armed resistance against their butchers. Pontian guerrilla bands had appeared in the mountains of Santa as early as 1916. Brave leaders, like Capitan Stylianos Kosmidis, even hoisted the flag of independent Pontus in the hope of help from Greece and Russia (which never arrived). But the struggle was unequal. The Turkish army, assisted by the blood-thirsty Tsets, cuthroats of mostly Kurdish extraction, attacked and destroyed undefended Pontian villages in revenge.
On May 19, 1919, chief butcher Kemal himself disembarked at Samsous to begin organizing the final phase of the Pontian genocide. Assisted by his German advisers, and surrounded by his own band of killers -- monsters like Topal Osman, Refet Bey, Ismet Inonu, and Talaat Pasha -- the founder of "modern" Turkey applied himself to the destruction of the Pontian Greeks. With the Greek army engaged in Anatolia, a new wave of deportations, mass killings, and "preventative" executions destroyed the remnants of Pontian Hellenism. The plan worked with deadly precision. In the Amasia province alone, with a pre-war population of some 180,000, records show a final tally of 134,000 people liquidated.
The memory of the Pontian Genocide is dedicated to all those in Europe and the U.S. who shamelessly advocate admitting Turkey into the EU and describe it as a "democracy." They are all blind as they are shameless.
AUSTRIAN AND GERMAN ARCHIVES REVEAL THE CRIME
24 July 1909 German Ambassador in Athens Wangenheim to Chancellor Bulow quoting Turkish Prime Minister Sefker Pasha: "The Turks have decided upon a war of extermination against their Christian subjects."
26 July 1909 Sefker Pasha visited Patriarch Ioakeim III and tells him: "we will cut off your heads, we will make you disappear. It is either you or us who will survive."
14 May 1914 Official document from Talaat Bey Minister of the Interior to Prefect of Smyrna: The Greeks, who are Ottoman subjects, and form the majority of inhabitants in your district, take advantage of the circumstances in order to provoke a revolutionary current, favourable to the intervention of the Great Powers. Consequently, it is urgently necessary that the Greeks occupying the coast-line of Asia Minor be compelled to evacuate their villages and install themselves in the vilayets of Erzerum and Chaldea. If they should refuse to be transported to the appointed places, kindly give instructions to our Moslem brothers, so that they shall induce the Greeks, through excesses of all sorts, to leave their native places of their own accord. Do not forget to obtain, in such cases, from the emigrants certificates stating that they leave their homes on their own initiative, so that we shall not have political complications ensuing from their displacement.
31 July 1915 German priest J. Lepsius: "The anti-Greek and anti-Armenian persecutions are two phases of one programme - the extermination of the Christian element from Turkey.
16 July 1916 German Consul Kuchhoff from Amisos to Berlin: "The entire Greek population of Sinope and the coastal region of the county of Kastanome has been exiled. Exile and extermination in Turkish are the same, for whoever is not murdered, will die from hunger or illness."
30 November 1916 Austrian consul at Amisos Kwiatkowski to Austria Foreign Minister Baron Burian: "on 26 November Rafet Bey told me: "we must finish off the Greeks as we did with the Armenians . . . on 28 November. Rafet Bey told me: "today I sent squads to the interior to kill every Greek on sight." I fear for the elimination of the entire Greek population and a repeat of what occurred last year" (meaning the Armenian genocide).
13 December 1916 German Ambassador Kuhlman to Chancellor Hollweg in Berlin: "Consuls Bergfeld in Samsun and Schede in Kerasun report of displacement of local population and murders. Prisoners are not kept. Villages reduced to ashes. Greek refugee families consisting mostly of women and children being marched from the coasts to Sebasteia. The need is great."
19 December 1916 Austrian Ambassador to Turkey Pallavicini to Vienna lists the villages in the region of Amisos that were being burnt to the ground and their inhabitants raped, murdered or dispersed.
20 January 1917 Austrian Ambassador Pallavicini: "the situation for the displaced is desperate. Death awaits them all. I spoke to the Grand Vizier and told him that it would be sad if the persecution of the Greek element took the same scope and dimension as the Armenia persecution. The Grand Vizier promised that he would influence Talaat Bey and Emver Pasha."
31 January 1917 Austrian Chancellor Hollweg's report: ". . . the indications are that the Turks plan to eliminate the Greek element as enemies of the state, as they did earlier with the Armenians. The strategy implemented by the Turks is of displacing people to the interior without taking measures for their survival by exposing them to death, hunger and illness. The abandoned homes are then looted and burnt or destroyed. Whatever was done to the Armenians is being repeated with the Greeks.
Thus, by government decree 1,500,000 Armenians and 300,000 Pontian Greeks were annihilated through exile, starvation, cold, illness, slaughter, murder, gallows, axe, and fire. Those who survived fled never to return. The Pontians now lie scattered all over the world as a result of the genocide and their unique history, language (the dialect is a valuable link between ancient and modern Greek), and culture are endangered and face extinction.
A double crime was committed - genocide and the uprooting of a people from their ancestral homelands of three millenia. The Christian nations were not only witnesses to this horrible and monstrous crime, which remains unpunished, but for reasons of political expediency and self interest have, by their silence, pardoned the criminal. The Ottoman and Kemalist Turks were responsible for the genocide of the Pontian people, the most heinous of all crimes according to international law. The international community must recognise this crime.

Hagia Sophia

The above cited article by The Associated Press refers to the death of a Turk national who had styled himself as a patriarch of a Turkish Orthodox Church in contradiction to the centuries old Church of Constantinople.
The present commentary responds to two remarks made in the article. The first remark states that, Istanbul, Constantinople in Greek, was once the capital of the Greek Orthodox Byzantine Empire . . . .
It must be made clear that both names, Constantinople and Istanbul, are Greek in origin (see "to Constantinople" above). Furthermore, it must also be made clear that Constantinople was from the time of its founding by Constantine the Great the governing city of the whole Roman Empire. This fact was never retracted, and except for the Fall of the great city, the latter still retains its unalterable historical continuity and preeminence. The city of Rome later regained significance and growth as a result of subsequent political divisions that affected the secular and religious spheres. This caused the eventual dichotomy known as the East and the West or the Greek and the Latin sectors. The fall of the Empire occurred only when the great city of Constantinople fell on Tuesday, May 29, 1453 and not prior. The aftermath of this encompassing cultural and historical continuity and influence is manifested today in The Americas, NEW BYZANTIUM.
The second remark attempts the following: Turkey dismisses the Ecumenical Patriarch's role as head of Orthodox Churches around the world, recognizing him only as head of Turkey's dwindling Greek community, which has shrunk to less than 5,000 in a city of more than 12 million.
The Associated Press would serve humanity's cause well by discerning and exposing furtive disinformation that helps to promote desired agendas: What importance is there in a Turk—an irrelevant and intrusive element—and what is his role to be able to dictate the religious authority of the head of the CHRISTIAN ORTHODOX CHURCH? It is on account of the unique nature of this rooted and ancient Church, and only through the free will and choice of the faithful everywhere, that the Patriarch of Constantinople enjoys first honor as the authentic ecumenical Spiritual Head. Such bestowal can only be consented to but NEVER negated by the Turk. Neither are . . . symbolic snakes acceptable: alleged to coil around Constantinople—their penultimate stop—en route to their longed for destination, Jerusalem.
In addition, why are not the genocidal acts and religious persecutions by the Turk brought to the conscious and constant attention of the world—acts and persecutions that form the true basis of the above characterized dwindling Greek community? This should not be presented as a normal or natural population development but as a true crime that it is.
Consider the following conditions in Asia Minor (Turkey [?]), in view of the planned ethnic elimination that continues unabated today. In 1923 there were 100,000 Greeks resident in Constantinople and 90.000 Muslims in Greece's Western Thrace (see map above). Today, there are 120,000 Muslims in Greece and only 2,500 in Turkey. In 1955, Turk democratic Prime Minister, Adnan Menderes, instituted pogroms against the Greeks of Constantinople. Christian Orthodox Churches have been destroyed and vandalized. The Patriarchate has been bombed repeatedly. Also consider the atrocity of the invasion and present day illegal occupation of Northern Cyprus by the Turk. Consider also the intimidation tactics by the Turk against the United States of America.

Friday, October 5, 2007

TRABZON SON TARIHI

Daha önce Karadeniz bölgesinde vali olan ve Bizans tahtını elinde tutan Komnenosların sonuncusu olan Andronikos Komnenos'un (1183-1185) ayaklanan Bizans halkı tarafindan tahtan indirilip yerine Angelos hanedanından İsaakios II(1185-1195)'nin geçmesinden sonra Andronikos Komnenos ve oğlu Manuel vahşi bir şekilde öldürülmüştü. Manuel'in hapsedilen Aleksius ve David adındaki iki küçük çocuğu akrabaları olan Gürcüstan Kraliçesi Thamar tarahndan hapisten kaçırtılmıştı. Thamar çocuklarla birlikte Bizansın mücevher hazinesini de götürmeye muvaffak olmuştu.Bu olaydan sonra Gürcüstan sahillerine giden iki kardeşten büyüğü olan Aleksiu 4 yaşında idi. Kargaşalık ve isyanların devam ettiği İstanbul 17 Temmuz 1203 tanhinde Haçlılar tarafından işgal edilerek Aleksius IV. tahta geçirilmişti. Fakat 1204 Ocak'ında İstanbul halkı isyan ederek Aleksius IV.'yu öldürmüş ve tabta babasının damadı V.Murtzuphlos'u geçirmişti. Bu olaydan sonra kendi aralarında anlaşan Haçlılar 13 Nisan 1204'te şehre saldırarak üç gün şehri yağmayıp İstanbul'da bir Latin devleti kuralar.İstanbul'da bir Latin devieti kurulmasından sonra Bizans tahtının varisleri ve asilzadeler İstanbul'dan kaçarak sığındıkları bölgelerde yerli halkın desteği ile Bizans'ınn devamı sayılan devletler kurmuştu. Bunların birisi Thedore Laskaris'ın İznik'te kurduğu devletti.Bu olay yaşanmadan kısa bir sure önce Komnenos hanedanını varisleri olan Aleksius ve kardeşi David sığındıklaı Gürcü Kraliçesi Büyük Thamar'ın (1184-1212) sağladığı bir ordu ile Doğu Karadeniz sahillerinde ortaya çıkmış ve 1204 Nisan'ında Trabzon'u ele geçirmişlerdi.Büyük kardeş Aleksius Trabzon'da hükümdarlığını ilan ederken küçük olan David sahil boyunca ilerleyerek Samsun ve Sinop'tan sonra Karadeniz Ereğlisini de ele geçirmiş, fakat Thedore Laskaris tarafından daha ileri gitmesine mani olunmuştu. İstanbul'daki Latinlerin de desteğini alan Laskaris Amasra ve Ereğli'yi geri alarak Komnenosları Sinop'un batısından atmıştı.Bu dönemde Selçuklular devreye girdi ve 1214'de Aleksius'u Sinop önlerinde ele geçirip şehri aldılar. Daha sonra yüksek bir kurtarmalık karşılığı serbest bırakılan Aleksius ile yıllık vergi ödeme, sefer zamanı Selçuklu ordusuna asker gönderme şartlarını içeren bir anlaşma yapılır ve Aleksius Komnenos I. (1204-1222) Selçuk sultanının vasalı sıfatıyla Trabzon tahtına geri gönderilir.Sinop Selçukluların eline geçtiği için batı ile irtibatı kesilen Komnenosların Bizans tahtını ele geçirme hayalleri bitmiş fakat etrafı Türkmenler tarafından sarılmış Trabzon civarındaki sahil şeridinde Selcuklulara tabi bir devlet kurmuşlardı.Trabzon'daki Komnenoslarla Selçukluların arası Trabzon tahtındaki Andronikos (1222-1235) zamanında Moğolların Karadeniz'in kuzey sahillerindeki en önemli ticaret merkezierinden biri olan Suğdak'ın 1223 yılında Moğollar tafından ele geçirilip yağmalanmasından sonra çıkmıştır. Andronikos'un donanması Suğdak'a giderek gemilerle Moğollar'dan kaçan Suğdaklı Müslüman tüccarların mallarına el koymuş ve şehri işgal etmişti. Karadeniz'de çıkan bir fırtına nedeniyle yağmalanmış mallarla Trabzon'a dönmekte olan donanma Sinop açıklarna düşer ve Sinop donanmasının başında olan Reis Hayton bu gemilere el koyarak Andronikos'un komutanlarını da esir eder. Anadolu Selçuklu tahtındaki Alaeddin Keykubad'ın (1220-1237) Doğu Anadolu sınırında meşgul olmasından istifade eden Andronikos Sinop'un üzerine yürür, şehre saldırarak civarını yağmalar, gemilerini ve esir komutanlarını kurtarır.Bu olayı duyan Alaeddin Keykubad, Reis Hayton komutasındaki donanmayı denizden, Melik Gıyaseddin Keyhüsrev ve Atabeki Mübarizeddin Ertokuş komutasındaki bir orduyuda Gümüşhane-Maçka istikametinde Trabzon'un üzerine gönderir. 1228 yılında denizden ve karadan Trabzon'u kuşatan Selçuklular'ın şehre hücumlarında çok şiddetli çatışmalar olur ve Reis Hayton ile Keyhüsrev'in amcası yaralanır. Şehrin düşmekte olduğu sırada başlayan şiddetli bir fırtına nedeni ile Trabzon kalesinin iki yanndan akan dereler taşar. Yağmur ve seller nedeni ile dağılan Selçuklu ordusu dağlara doğru çekilirken Melik Gıyaseddin Keyhüsrev Maçka bölgesinde köylüler tarafından yakalanarak Trabzon'a getirilir.Andronikos ona iyi davranmış ve asker nezaretinde Sultana göndermişti. Bu dönemde Trabzon, Celaleddin Harzemşah'ı metbu tanıyordu. Selçuklu ordusunun Harzemşah ordusunu 1230'da Yassıçimen'de yenmesinden sonra Harzemşah ordusundan kaçabilenler Trabzon toprakarına sığınmışlardı. Bu savaştan sonra tekrar Anadolu Selçukluları'na bağlı olan Komnenoslar'ın 200 mızraklı suvari veya 1000 asker ile Komnenos ailesinden bir ferdi Selçuklu sarayına göndermekle yükümlü olduklarını biliyoruz.Selçuklular'ın 1243'te Kösedağ'da Moğollara yenilmesinden sonra Moğollara tabi olan Trabzon Kralları 1256'dan itibaren Moğolların batıdaki varisi olan İihanlılarla da iyi ilişkiler geliştirmişler, İlhanlı başkenti olan Tebriz ile yapılan ticaret ile iyiyce zenginleşmişlerdi. 14.yy başlarında bu ticaret Trabzon'da bulunan bir konsul tarafindan idare edilen Ceneviz kolonisinin eline geçmişti. Bu dönemde Trabzon'da Cenevizlilerden başka Venedikli tüccarların oluşturduğu bir koloni daha vardı ve her iki grup da özellikle İmparator Aleksius II. (1297-1330) zamanında birçok imtiyaz elde etmişlerdi.Anadolu'da Moğol hakimiyetinin zayıflaması ve birçok beyliğin ortaya çıltığı dönemde Trabzon Krallığı sınırlarını sağlamlaştırmak ve genişletmek için uğraştı fakat bu çabası çevredeki Türkmen grupları tarafından engellendiği gibi Trabzon toprakları bu gruplarının saldırısına ugradı. 14.yy başlarında iç kelimesi sahil arasındaki ulaşımın yapıldığı Karadeniz dağlarındaki geçitler ve bu geçitleri koruyan kaleler birer birer bu grupların eline geçmiş ve Trabzon Krallığı toprakları Samsun'un doğusundan Harşit Çayı'na kadar gerilerken Trabzon'un elinde bu sahillerdeki birkaç kale kalmıştı.1277 yılında Sinop'u ele geçirmek isteyen Trabzon Kralı George (1266-1280) bu şehrin civarındaki Çepniler tarafından geri püskürtüldüğü gibi Samsun'un doğusuna kadar olan bölge tamamen Trabzon'un kontrolünden çıkmış, Trabzon saraylarının tarihcisi Panaretos'un bize verdigi bilgiye göre KraI John II. Kalo loannes (1280-1297) döneminde Halibyanın (Ünye bölgesi) tamamı Türklerin kontrolüne girmişti. Yine Panaretos'un kroniginden izlediğimize göre 1301'de Çepni Lideri Kusdoğan Giresun'a saldırmış, Ordu ve Giresun bölgesini ele geçiren Bayram Bey 1313 ve 1322'de Trabzon üzerine iki sefer düzenlemişti.Bayram Bey'in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Hacı Emir bu günkü Ordu ve Giresun vilayeti dahilindeki topraklarda 14.yy da Hacı Emir Oğulları Beyliği'ni kurmuş ve bu bölgenin Türkleşip İslamlaşması Bayram Bey ve varisleri tarafından temin edildiği için bölge ileriki yüzyılda Osrnanlı belgelerine "Vilayet-i Bayramlu" olarak kaydedilmiştir.Trabzon Krallığı sınırlarında faaliyet gösteren gruplardan bin de Büyük İlhanlı Veziri Çoban Bey'in soyundan ve bir dönem (1318-1322) Anadolu valiligi yapmış, 1322'de Sivas'ta para kestirip bağımsızlığını ilan etmiş olan Temurtaş'ın oğlu şeyh Hasan-i Küçük'e bağlı olan ve Çobanlu/Çapanlular'a bağlı oldukları için bu isimle anılan Türkmenler'dir.1330-31'de Rum Vilayeti (Sivas Bölgesi)'ne yerleşen şeyh Hasan, Şebinkarahisar'ı ele geçirmiş ve burada kardeşleri ile birlikte mustakil hareket ederek beyliğini kurmuştu.1336'da Trabzon üzerine yürüyen Şeyh Hasan Boztepe de şehri savunanlarla büyük bir çarpışmaya girmiş fakat aniden yağmaya başlayan yağmurlar nedeni ile geri çekilmek zorunda kalmıştı. Panaretos bu çarpışmada Şeyh Hasan'ın önemli komutanlarından biri olan Abdurahman oğlu Rüstem'in öldüğünü bildirir.Trabzon Krallığının topraklarını çevreleyen dağlarda birbirinden ayrı aşiretler halinde yaşayan bir çok Türkmen grubu vardı. Trabzon Krallığı en önemli gelir kaynağı olan ticareti canlı tutabilmek için dağlardaki geçitleri kontrol altında tutmak istiyor,Türkmenler ise sürüleri için zengin otlakların bulunduğu dağlara yayılmışlardı. Anadolu'da siyasi bir birlik yoktu ve Türkmenler küçük beylikiere bölünmüş, çoğu zaman birbirleri ile savaşıyordu. Arkalarında güçlü bir ordu olmayan bu grupları dağlardan söküp atmak isteyen Trabzon Krallığı saldırılar düzenliyor hayvanlarını ve ele geçirdiği Türkmenleri çoluk çocuk demeden ödürüyordu. Saldırı haberini duyan Türkmenler de derhal toparlanıp intikam için Trabzon topraklarına giriyor şehrin etrafına kadar olan yerleri yakıp yıkıp yağmalıyordu.1340 yılının Ağustosunda Trabzon ordusu dağlarda sürülerini yayan Akkoyunlulara saldırdı ve birçok ganimetler aldı. Temmuz 1341'de ise Akkoyunlular intikam için Trabzon topraklarına girdi, şehri kuşattı ve çok sayıda insan öldu. Trabzon çıkan bir yangınla harap olurken ölülerin cesetleri salgın hastalıklara neden oldu. 1343 yılında tekrar Trabzon'a saldıran Akkoyunlular bu defa da bir netice alamamışlar, fakat 1348'de şehirde çıkan veba salgınında nüfusun ancak 1/5 i sağ kalmıştı.Panaretos 1348'de Erzincan Bey'i Ahi Ayna Bey, Bayburt Emiri Rikabdar Mehmet Bey, Akkoyunlu Bey'i Tur Ali Bey ile birlikte Bozdoğan liderliğindeki Çepnilerin Trabzon'a saldırdıklarını fakat muvaffak olamadıklarını kaydeder. Tek başına bir netice alamayan Türkmen gruplarının birleşerek Trabzon Krallığını ortadan kaldırmaya yönelineleri karşısında Trabzon Kralı Aleksıus III.(1349-1390)'da onları birbirinden ayırmak ve kendi aralarındaki çekişmelerden yararlanıp Trabzon'un müttefiki haline getirmek için yeni bir Siyaset uygulamaya koyulur. Bu Siyasetin en önernli aracı Trabzon sarayındaki Prensesler idi ve onları çevredeki Türkmenlerin liderleri ile evlendirip akrabalık tesis edecek böylece devletinin ömrünü uzatacaktı.Onun bu akıllı siyaseti bir çok batılı tarihçi tarafından eleştirilmiş ve daha önce bu Siyaseti izlemiş olan Bizanslı Kralların daima gayrimeşru çocuklarını kullandıkları yazılmıştır. Oysa Aleksius tüm Anadolunun Türkleştiğini ve kendi devletinin sahilde adeta izole edildiğini ve bu suni ortamda yaşanılmasının mümkün olmadığını çok iyi teşhis etmiş ve devletinin Bizans'tan bile daha uzun yaşayabilmesini sağlamıştı.İlk evlilik 1348'de Trabzon'a saldıran Türkmen ittifakına yönelikti.1351'de bu ittifakın önemli gücü ve Trabzon sınırındaki Bayburt'un Sinor köyünü merkez tutmuş olan Akkoyunlu beylerinden Tur Ali Bey'in oğlu Kutluğ Beğ ile kız kardeşi Maria Komnen (Despina Hatun)'u evlendirerek hem ittifakı parçalamış hem de arkasında sığınabileceği güçlü bir müttefik elde etmişti.Dede Korkut hikayelerinden Kanlı Kocaoğlu Kanturalı Boyu'na ait olanının işaret ettiği bu evlilikle temeli atılan ittifak ilerideki yıllarda başka evliliklerle devam etmişti. Kutluğ Beğ'in oğlu Karayuluğ Osman Beğ'de Aleksius IV.(1417 - 1429)'un kızı ile, Karayulug Osman Bey'in torunu Uzun Hasan da 1457'de David (1458-1461) in kızkardeşi Thedora Komnen (Despina Hatun) ile evlenmişti.

HAMSI KONUSUNA DAIR

Doğu Karadeniz Dağlarının önemli geçitlerinden birine adını veren Zigana'nın kuzeyinde bulunan bölge bugün Hamsiköy olarak adlandırılmaktadır. Arapca Hamse, beş anlamındadır. Bugün Hamsi olarak telaffuz edilen bu ismin doğrusu Hamseköy/Beşköy olup eskiden bu civardaki köyleri de kapsamaktaydı. Heptakometler (Yedi Köyün Halkı) ve Hamse köy (Beş köy) örneklerinde olduğu gibi bölgede vadilerin uygun kesimlerinde kurulmuş olan köylerin grup olarak adlandırılması durumunun coğrafi şartların belirlediği ve Antik cağlardan bu yana devam eden bir durum olduğunu söyleyebiliriz.Kırım'a kaçtıktan sonra etrafına topladığı kuvvetlerle tekrar krallığını ele geçirmek isteyen Mithridates, Pompeidus'un ısrarlı takip ve mücadelesinden sonra buna muvaffak olamamıştı. Kendine karşı düzenlenen bir isyan sonucu intihar ederek ölmesinden önce ülkesi Romalılar tarafından taksim edilerek Roma'ya hizmet edenlere dağıtılmıştı.Bugünkü Ordu ilinin topraklarının bir kısmı ile Giresun bölgesi, Trabzon ve bu şehrin doğusu ile guneyinde yer alan bölgenin idaresi Galatların Tolistoboia boyunun tetrakı ve Pompeidus tarafından Galatya Kralı yapılan Deiotaros'a verilmişti (M.Ö. 63)Roma, Pompeidus ve Caesar'ın çekişmeleri ile uğraşırken Mithridat'ın oğlu ve Kırım Kralı olan Farnakes de babasının topraklarına tekrar hakim olmak üzere harekete gecer. M.Ö. 49'da Kolkhis (Batum civarı) bölgesini ele geçirip (muhtemelen Çoruh vadisini takip ederek) Küçük Ermenistan ve Kapadokya'ya girer. Karşısına çıkan Romalı komutan Calvinus ile Deiotaros'un kuvvetlerini Komana yakınlarındaki savaşta yener. Babasının payitahtı olan Sinop ve Samsun'u ele geçiren Farnakes'in başarılarını haber alan Ceasar, o sırada bulunduğu Mısır'dan Anadolu'ya geçerek, Pontos bölgesine gelip Farnakes'i Zile yakınlarında yener ve Kırım'a kaçırtır.Partlar'ın Anadolu'yu istilaları ve Roma-Part savaşlarından serbest şehir imtiyazına sahip olan Trabzon Deitoros'un ölümünden sonra Romalılar tarafından Mithridate VI. nın torununa verilmişti. Fakat M.Ö. 36 da, Romalılar'ın Partlar'ı yenmesi ve Partlar'la sınır olan Doğu Anadolu bölgesinde vasal krallıklar kurarak bir tampon bölge oluşturmalarından sonra Pontos bölgesi Bithynia'da Laodike valisi Zenon'un oğlu olan Polemon'a verilir.Bundan sonra Pontos Polemonacus olarak adlandirılan bölgede vasal kral olarak hüküm süren Polemon I in M.Ö 8' lerde ölmesinden sonra dul eşi Pythodoris'e kalmıştı.Strabon akıllı ve devlet işlerinde ehli bir kadın olan Pythodoris'in Kolkhis'e kadar uzanan Tibarenler ve Khaldailer ülkesi ile Pharnakia (Giresun) ve Trapezus'u (Trabzon) yönettiğini belirtir.

Thursday, September 27, 2007

The Pontian muslims at the target of Turkey

by Nikos Doukas
Ankara mounted new persecutions against the Pontian muslims, apparently within the scope of the much-advertised "friendship" towards the Kemalist regime. The Turkish authorities forbade the circulation of a book touching on the special cultural identity of the Pontians, while the Turkish gendarmerie has launched a campaign of intimidation and threats in the Pontus region.
Since 1996 the book "Pontos Kulturu" (The Culture of Pontus) of the Pontian writer Omer Asan has been on the bookstore windows in Turkey. We had suggested in November 2001 the Greek edition of the book in our book recommendations. It is a description of the Pontian dialect, the closest to the Ancient Greek spoken today language, the Pontian cuisine and jokes from the Pontian villages. The book was extremely popular in Turkey, especially among the Pontians, and was almost out of print. The author Omer Asan comes from the Greek-speaking area Of in Trapezous (Trebizond).
On 19th January in the TV programme "Ceviz Kabugu" (The nutshell), organized by the journalist Halki Cevizioglu of the Turkish channel ATV, Omer Asan was threatened by the representatives of the Turkish "Nationalist Action Party" (MHP), the notorious killers "Grey Wolves", and was forced to walk out. The Turkish Justice ordered the confiscation of the book and brought in an indictment against the writer Omer Asan and the publisher Ragip Zarakoglu for "insulting the person of Kemal". The Turkish minister of Justice Sami Tur, trying to excuse for the prosecution, commented that "nobody threatens Pontus (Karadeniz) and the relevant talk is excessive". Omer Asan was subjected to long-drawn-out interrogation, but no evidence turned up against him.
To justify the anti-Pontian campaign, the Turkish military made up "Pontian guerillas". On 5th December 2001 the Kerasous (Giresun) military governor brigadier Bakir Onurlubas claimed that "there are Greek secret plans for Pontus and the main reason Greece wants to open a consulate in Trapezous (Trebizond) is the wish to support the Pontus activities". In January the Constantinople (Istanbul) garrison commander Ali Giungior Ongioren said that "35 young men from the Pontus (Karadeniz) region support the separatist movement "Greek Pontus" and are trained in camps in Greece". Of course the Greek socialist government has not developed the slightest activity in Pontus, perhaps because it is so busy with the "friendship" activities towards the Kemalist regime. The statement was simply the occasion for the gendarmerie to mount a new wave of threats against the Greek-speaking Pontian muslims. According to the Federation of Pontians in Greece "in the 300 Greek-speaking villages in Pontus a negative climate reigns, pushing the Pontians to a new escape to Greece".
Links The controversial book of Omer Asan History and culture of Pontus TV channel ATV "Nationalist Action Party" (Grey Wolves)
Many of the Pontian muslims do not have a Greek national consciousness, but a simple consciousness of their special cultural identity. However the Kemalist regime does not tolerate any question of the exlusively Turkish Asia Minor myth it has constructed. Turkey deprives the Greek-speaking Pontian muslims of the elementary human rights (protection of customs, language and monuments). The prosecution against Omer Asan is the best opportunity for the Greek "minority" rights activists to prove their good intentions. What do the "Abdi Ipekci" award committee and the Greek Helsinki Watch have to say about the issue? In view of the Turkish persecutions against the Greek-speaking Pontian muslims, their silence tantamounts to complicity.
The anti-Pontian persecutions of Turkey should not go unanswered. Already the Center of Pontian Studies launched an appeal for solidarity with Omer Asan. It is the duty of the Pontian refugees' associations in Greece to bring the issue before the international organizations. The Greek government should raise the question in the Greek-Turkish talks, instead of discussing the endless absurd Turkish demands. The Hellenic Front follows with intense anxiety the latest developments in Pontus. Let everyone know that the times when the Turkish little tin gods "buried" such issues in common with Greek tricky politicians are gone for good.
Articles about the national issues page

The Pontian Question in the United Nations

Charalambidis Pontian Society of Thessaloniki ?Euxinos Leschi?- International League for the Rights and the Liberation of Peoples. Athens 2004 p. 183.This exceptional aesthetics book which circulated in the English language, includes all the interventions of writer for the Pontian question in the United Nations. The M. Charalambidis ringleader of recognition of genocide of Greeks of Pontos from the Greek Parliament, that in 1994 it established with law the 19th of May as day of memory, it assembled the texts that deposited in the Economic and Social Council of UN, that recommend original contribution in the affair of internationalisation of genocide and more generally in the Pontian question (kryptochristinians in Turkey, re-establishment of Pontians inhabitants from the t. USSR - Romania, etc ). Apart from historical importance texts to the UN which accepted the Organism in 1998, in 2002 and in 2004 - in the book is included also French, Spanish, Turkish, and the Russian translation – the writer mentions his interventions in the Organisation for the Security and the Cooperation in Europe, what became in 1998 ( included their Turkish and Russian translation). Still in the book are included the speeches of writer in international Congresses and events in Europe, in the USA and Greece for the question of internationalisation of genocide of Greeks of Pontos, the recognition of the 19 is May from the governor of New York G. Patakis, the Universal Declaration of the Rights of Peoples (Algiers 1976), while very useful it is also proved chronicle the historical course of Pont's inhabitants. The publication with his texts of ̮ Charalambidis, firstwho is related with the internationalisation of Pontian question constitutes a important make so much for the Pontians inhabitants what for all the Greeks. Initially for the Pontians inhabitants, it constitutes honour for them after a historical association as Pontian Society of Thessaloniki ?Euxinos Leschi? it plays a leading part in the publication proving that the Pontians exceeds their usual pastime with the dance and the song, intervening substantially in the promotion of their affair . At the same time the book constitutes for all the Greeks a proof for how it can exist action of society of citizens through real not governmental organisations as International League for the Rights and the Liberation of People, which contributes in the questions of defence of human rights and in the recognition of suppressed crimes. Finally, the volume can constitute driver for the Pontians lives in the abroad and mainly in the USA, Canada, Australia, that front in the negligence and delay of internationalisation of their affair from the hellenic state, they can with base this book undertake initiatives to the governments of their countries of stay. The recognition of the 19th May from the governor of New York -and New Jersey ( USA), from the city of Toronto ( Canada) with the existence of monument of genocide, from cities of Australia, shows what they can accomplish the Pontians. Theofanis Malkidis Ph D Democritus University of Thrace (Greece)

Wednesday, September 12, 2007

Anadolu'nun 'Romeyika'sı ölüyor

Nüfusunun çoğu büyükşehir varoşlarında kaybolan Oçena dilini de yitirmek üzere. Keşke hiç olmazsa dilbilimcilerin ilgisini çekse.Binlerce yıllık, antik ve muhteşem bir kültürün kalıntılarını sırtında taşıyan Oçena kaybedilmek üzere
25/02/2007 (2353 defa okundu)

VAHİT TURSUN (Arşivi)Evet, Anadolu'nun bir rengi daha yok oluyor... Her ne kadar son zamanlarda bunu fısıldayamaz hale gelmiş olsak da, hani şu zengin renklerinden, mozayiğinden söz edip bazen gurur duyduğumuz Anadolu'nun bir rengi daha, dünyanın gözü önünde silinip gidiyor. Bu sorunu detaylandırmadan önce, bu rengi yansıtan yerleşim birimlerinden birisi olan Oçena (Trabzon/Çaykara/Köknar) köyünden, orada yaşayan toplumun tarihsel arka planı ve kendine özgü kültürel yapısından söz edelim. Çoğumuzun şimdiye kadar adını dahi duymadığı bu köyü, en azından şimdiye kadar yaşatmış olduğu antik bir dilin yok oluşuyla tanıyalım.
Oçena... Oçena Karadeniz'de, Trabzon'un Soğanlı dağı vadilerinin birinde bir köy. Köknar, karaçam, gürgen, meşe, kestane, ceviz gibi ağaçlar ve daha binbir türlü bitki ve çiçekler arasında bir cennet; sayısız berrak su kaynaklarının, şarıl şarıl akan ırmakların, derelerin bulunduğu bir vatandır Oçena. Oçena'nın adı bazen Ogene'dir, hem Köknar hem Karaçam'dır. Etimolojik açıdan Elence Okena, Okinon'dur Oçena. İlk yerlileri Oçena'nın, muhtemelen firariydiler. Osmanlı baskısından kaçıp sığ ormanların kucağına sığınmış, ağaçların arasına karışarak saklanmış, kimsenin onları bulamayacağına inanmış kişilerdi. İlk evleri, ısındıkları ateşin kül ve kömür kalıntılarının ele verdiği mağaralardandı. Hazine var diye yıktığımız yatak yerleri, uygarlık izlerini yansıtan duvarcıklardandı. Ne kadar uğraştı didindiler bilinmez ama, ilk normal evlerini inşa eder etmez, yakalanmışlardı Osmanlı'ya. Kaydolmuşlardı reaya listesine; dağların özgür vatandaşlığı alınmıştı ellerinden, onu yaşamadan doyasıya. Tarih 1583'tü, keşfedildiklerinde. Sadece beş aileden oluşuyorlardı, dağın zirvesinde kurdukları biricik köylerinde, Oçena'da. Daha sonraki yıllarda, aralarına farklı yerlerden katılanlar oldu. 1613'e kadar, 49 aile daha katıldı saflarına. Yalnızlıkları bitmiş, muhtemelen şenlikler başlamıştı. Kim bilir ne sohbetler yapılmış, ne horonlar oynanmıştı her akşam, her evde. 54 ailenin dördü Müslüman olduğunu söylemişti Osmanlı saymanına. Gerçek mi değil mi bilinmez ama, Yunanlı yazar Kandilaptis, 1685'te Of despotunun kararıyla toptan Müslüman olduklarını yazar 'Ta Fitiana' kitabında.
Rumca ama... Oçenalılar, ayrı ayrı yerlerden, muhtemelen Trabzon merkezi başta olmak üzere, Sürmene, Bayburt vb. gibi yerlerden gelip yerleşmişlerdi. Aralarında, Konya civarından geldiğini söyleyen de var, Zaza Kürtlerinden olduğuna inanan da. Fırtınalı bir zamanda, Karadeniz dalgalarının vahşileştiği bir dönemde gelmişti çoğu. Anadili Rumca olan bir toplumun, Çaykara civarında 20'yi aşkın yeni köy kurup yerleşmek zorunda kaldığı bir dönemdi bu dönem. Bizimkiler de, -batan gemilerin yolcu ve mürettebatından- yüzerek Oçena limanına sığınmışlardı. Yaklaşık 150 yıllık Osmanlı'da, antik bir dili unutmadan konuşan kaptanlardanlardı. Ancak herkes, kendi gemisinin şivesini taşımıştı Oçena'ya doğal olarak. Tek bir köyde ve birarada yaşamalarına rağmen, bu farklılıklarını yüzyıllar boyu yaşatabilmişlerdi. Herkes Rumca konuşuyordu fakat, kimi "Staliya" kimi "Parxare" diyordu yaylalara. Bazısı "xortare", bazısı "xolxone" diyordu yeşil otlara. Birisi "etrepo" derken, diğeri "niko" diyordu yenmeğe. Dünün karşılığı olan "opse" bazılarında "extes" olarak karşılık buluyordu, Yunanistan'ın Attica ile İpiros şivesini yansıtarak. Hatırı sayılır sayıda kişinin, genelde isimlerin sonuna, daha eski bir Elence şive formatında "pedi-n, raşi-n, skafidi-n, kalathi-n" örneklerinde olduğu gibi, "n"yi ekliyordu. Önemli bir kısım ise bu örnekleri, "pedi, raşi, skafidi, kalathi" gibi kullanıyordu. Yukarıda "an" diye bilinen çağrı özelliği taşıyan önek, karşılığını "ara" olarak buluyordu Aşağı Oçena'da. Yakın komşumuz Alithinoslular şiirsel konuşurlarken, daha çabuktu Oçenalılar. Bu dile, İslâm'la gelen birçok Arapça kelimenin yanı sıra Anadolu Türkçesi de katılmıştı. Bunlar uzun yıllar tamamlayıcısı olmuştu bu dilin. Rusların Trabzon'u işgalleri sırasında, Of-Bayburt arasındaki yolu açmalarına kadar, sahil ve şehir merkezleriyle pek haşır neşir olamayan, kırsalda ve içine kapanık bir köyün kozmopolit yapısının örnekleriydi bu farklılıklar. Bu nedenle diyebiliriz ki, Oçena küçük bir Karadeniz'di, Anadolu'nun küçük bir örneğiydi.
Dörtte biri gitti Başta beş aileden başlayan köy nüfusu, 2000 yılı sayımlarına göre, toplam 8,355 kişiye ulaşmıştı. Bugün bu sayının dörtte biri dahi köyde kalmadı, umutsuzluğun umut görüntülü dalgasına kapıldı ve köyü terk etti. Geride kalanlar da terk etmek üzere. Umutla başlayan bir tarih, dramatik geçişlerden sonra, hüzünle karışıp nostaljiye bırakıyor kendini. Ve Oçena yazılmamış doğum sancılarına, unutulmuş anılarına, dillendirilmemiş hikâyelerine, hatta anlatılmamış kaful altı aşklarına ağlayarak yalnızlaşıyor. Binlerce yıllık, antik ve muhteşem bir kültürün kalıntılarını sırtında taşıyan Oçena yok oluyor. Bir Anadolu rengi daha solup gidiyor gözlerimizin önünden. Bir yıldız daha kayıp gidiyor. Sonuçta kullandığı antik dil de can çekişiyor... Köyü terk eden her umutsuz, her çaresiz göçenle birlikte, kişinin taşıdığı farklılıklar, bildiği fazlalıklar da arkasından süzülüp gidiyor. Kapitalizmin pençesinden, medyanın talanından, yabancılaşmadan, inkâr ve ihanetten artakalanı, hafızasının bir köşesinde saklayabilenin de ölümüyle, bir damarı daha cansızlaşarak bu dilin, nice kelimeleri de silinip gidiyor. Güzelim koca bir kültür tarihe karışıyor, arkasında ağlayanı kalmadan. İhanet edenlerin utanmadan, "insanız" diyebildikleri bir dünyadan. Dünyadan bir dil daha eksiliyor... Koca şehirlerin varoşlarına dağılan Oçenalıların, isteseler de konuşamayacakları, bir kenarda tek başına oturup bir Oçenalının, nostaljisini dahi mırıldansa kurtaramayacağı dili yok oluyor. Karadeniz'in, Anadolu'nun "Romeyika"sı ölüyor. Hızla yaklaşan sonda, son kelimenin, son fısıldanışının ardından, artık sonsuza dek bir daha sesi çıkmayacak bu dilin, dalgalar halinde yayılıp uzay boşluğunda, buluşup kucaklaşamayacak kardeşleriyle. Ve bu dilde sevmenin karşılığı olan "ağapi" kelimesi, ses olup bir daha sevişemeyecek sesten sevgilileriyle.

MRTHADIS

Todays modern Pontian has been divided and forced to move from nation to nation wondering who he really is. Muslim or Christian a Pontian is of Greek origin if he denies it or not. Pontos is held under heavy occupation by Turkish Forces while most of the Pontian people have been displaced because of the Genocide of WW1 against their people. Enotita Believes todays Pontian needs unity and a voice to save its culture from disappearing. It is with this one belief that we believe in the uniting of all Pontian Cultural Societies and Organizations in and outside of Pontos into a Government in Exile for the Pontian people. Once this is created the Government can apply for UNPO membership and slowly give them a voice in the world stage. The Next step after this would be this Enotitan Government in Exile joining forces with other Enotitan nationalities inside Turkey for creation of a Political Party to represent Enotitan Nationalities inside Turkey so that Turkish Nationalism does not fully complete its policy of Genocide.The next step will be to petition the Turkish Government to Recognize the Genocide of the Pontian people and Recognize Modern Pontians or 'Rum' of the region as part of the Greek minority inside Turkey.

HEMSIN

Hemşin
Prof. Muradyan, ‘Khaçikyan‘ın ‘Hamşen Ermenileri Tarihinden Sayfalar‘ başlıklı araştırmasında Hemşin adını taşıyan topluluğun kimliği, kökeni, tarihi, kültürü ve kısmen de diliyle ger-çekten ilk kez tanışma olanağı bulduklarını ‘özellikle’ vurgulama ihtiyacı hissediyor. Khaçikyan, ‘Bu incelemede Hamşen Ermenileri tarihinin en son verilerin ışığında bilimsel değerlendirilmesini yaparken, bilinen ama darma-dağınık olan tarihi, coğrafik ve etnik konuları ilk kez derlemeyi ve aydınlığa çıkarıp araştırarak özetlemeyi deneyeceğiz‘ diyerek konuya girmektedir. Ermenistan’dan göç ederek Hamşen’e yerleşen Ermeni nüfusunun anava-tanını belirlemiş olduklarını belirten Khaçikyan, ‘kaynaklara‘ dayanarak şu bil-gileri veriyor: ‘...kanıtların ışığında Şapuh ve Hamam Amatunilerin yöne-timinde Hamşen’e göç eden Ermeni nüfusunun ezici çoğunluğu Amatunilere bağlı süvarilerle köylüler olup Ermenistan’ın yüreği sayılan Ayrarat eyal-etinden gelmiş oldukları rahatlıkla ifade edilebilir.’ (s.17) ‘Bu göçler‘ hakkında daha da ayrıntılı bilgi aktarma ihtiyacı hissederek şöyle diyor: ‘...daha sonraki yüzyıllarda Hamşen dağlık bölgesinin geçit vermeyen vadileri, Ermenistan’ın değişik bölgelerinden, özellikle Hamşen’e sınır komşusu Yüksek Ermenistan bölgesinden göç eden yeni topluluklara da yurt olmuştur, fakat Ermeni Hamşen’in kurucuları, kuşkusuz Şapuh ve Hamam Amatuni’ler önderliğinde Arap boyunduruğuna karşı silaha sarılarak onları yenen ve kendilerine yeni bir vatan kazanan Ayrarat eyaletinin Argatsotın ve Kotayk bölgelerinden gelmiş yiğit insanlardı.(s.18) Khaçikyan, Hamşenliler’in yerli halklarla olan çatışmaları hakkında da bilgiler veriyor: ‘...Karadere ve Hopa yörelerine yerleşen Hamşenliler’den bahsetmiştik. Asıl Hamşen’e doğu ve batıdan komşu olup benzer doğa ve iklim koşullarına sahip bu yöreler ta eski tarihlerde Hamşenliler’in dikkatini çekmiş ve onlar adım adım ilerleyerek buraları zaptedip yerleşirlerken doğal olarak yörenin eski toplulukları olan Rum ve Lazlarla çarpışmalara da girmişlerdir...’ (s.42) Khaçikyan, şu şoven ifadeleri kullanmakta bir sakınca görmemektedir: ‘...K.Koch, çok erkenden islamlılğı kabul etmiş bir ailenin oğlunun, Cemil yöresi derebeyinin evine konuk oldu ve dış görünüşünden ‘Onun damarlarında özellikle Ermeni kanı dolaştığını ‘farketti.‘ (s.36-37) Khaçikyan bununla yetinmeyerek Hamşenlileri ‘yüceltmek‘ için komşu halkları aşağılamaya çalışmaktadır. Bunu yaparken, kim odukları belli olmayan ‘görgü tanıkları’ndan medet ummaktadır: ‘... Görgü tanıklarına göre, onlar komşuları olan Rum, Laz, ve Gürcü’lerden farklı olup yiğit, özverili, dürüst ve içtendirler. Dahası yabancılarla evlenmezler...’(s.41) Khaçikyan, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ‘millet‘ kavramıyla ilgili genel kabul gören bir tanımlamayı aktarıyor: ‘... Herhangi bir ulusal–etnik kimliği tesbitinin önemli belirleyicisi, onun mensup olduğu diniydi. Rum, Laz, Gürcü, Ermeni ve başka ulusların islamiyeti kabul eden temsilcileri kendilerini ‘müslüman‘ ve ‘Osmanlı‘ diye tanıtıyorlardı...’ (s.40) Bu cümleden sonra, İslamiyeti kabul eden diğer ‘etnik gruplar’ın da kültürel ve dilsel varlıklarını yaşatmaya çalıştıklarını göz ardı ederek Hamşenlileri yine ‘yüceltme‘ yolunu seçmektedir: ‘ ...Fakat Hamşenliler İslamlığı kabul ettikten sonra dahi dillerini, yani Hamşen Ermenicesi dialektini, coğrafik terimleri, dağ, nehir, vadi, vb. yer adları ile gelenek–göreneklerini, şarkı, şiirlerini korudular ve korumayı sürdürüyorlar.’ (agy.) ‘Usta bir akademisyen‘ olduğu anlaşılan Khaçikyan, bu ‘bilimsel makale‘ sinde esas olarak Hamşenlilerin ‘Ermeni‘ olduklarını ‘deliller’ e dayanarak ispatlamaya çalışıyor. Bunu yaparken ırkçı yaklaşımlar sergiliyor ve Hamşenlilerle aynı coğrafyalarda yaşayan diğer ‘etnik gruplar’ı aşağılama yoluna gidiyor. Yapmaya çalıştığı şey bize hiç de yabancı değil! Kitabın ikinci bölümünde, ‘Türk araştırmacılar‘ başlığı altında şu kısa not düşülmüş: ‘L.Khaçikyan’ın dikkate değer belgeselini sunarken, Hemşin konusunda bizim araştırmacılarımızdan bazılarının düşüncelerini de ona ekleyip okuyucuya karşılaştırma olanağı sağlamanın faydalı olacağını düşündük.‘ (s.47) Bu bölümde ilk olarak Sakaoğlu M.Ali’nin ‘Dünden Bugüne Hemşin‘ başlıklı çalış-masından özet ve tırnak içinde ‘alıntılar‘ yapılarak bazı eleştiriler getiriliyor. Sakaoğlu’nun çalışmasının 32. sayfasında tırnak içinde yapılan son alıntı şu cümleyle bitiyor: ‘ ...Kıyı komşuları Lazlardan kız alıp vermeyi pek sevmediklerinden, eski öz gövde yapılarını koruyabilmişlerdir .‘ (s.52) Khaçikyan gibi Sakaoğlu da komşu bir ‘etnik grup’a karşı şoven bir tutum sergiliyor. Bağdik Avedisyan da şoven tutumu eleştirmeyerek ve aynen aktararak aynı ‘hata’yı sürdürüyor. Bu bölümde ‘alıntı‘ yapılan ikinci çalışma Hale Soysu’nun ‘Kavimler Kapısı–1‘ adlı kitabı. Yazarın ifade düzenine sadık kalınarak bazı özet ve tırnak içinde ‘alıntılar‘ yapıldığı görülüyor. ‘Alıntılar yapılan son çalışma ‘Hemşinli Etnik Kimliğine Antropolojik Bir Bakış’Yazarı Erhan G.Ersoy. Bu çalışmadaki ‘Köy Kahvesi sohbetleri'nden de ‘alıntı‘ yapmakta bir sakınca gözükmüyor: ‘...Hemşinlilerin yakın komşuları olan Lazlarla ilişkilerine de değinen yazar Laz-Hemşin rekabeti üzerine söylenmiş bazı sözler de aktarıyor: ‘Lazdan evliya, koyma avluya ‘veya‘ Laza elini veren kolunu kaptırır‘ gibi sözler Hemşinde çok yaygın. Hemşinli yetişkinlerin Lazlar için aşağılayıcı sözlere kullandıklarını, ‘kan davası‘ gibi barbarca alışkanlıkları olduğunu , ‘eskiden dinsiz veya gayri müslim‘ olduklarını söylediklerini anlatan yazar, buna karşın Lazlar’ın da Hemşinlileri ‘kumarbaz, içki içen, Ermeniden dönme bir halk‘ olduklarını söylediklerini ekliyor...’(s.58) Kitabın üçüncü bölümünde ise, başta değindiğim gibi yazarı, telif mi tercüme mi olduğu belirtilmeden ‘Ermeni Bayramları’na yer veriliyor. Bu bölümle ilgili olarak Bağdik Avedisyan, ‘Çevirenin Önsözü’nde şu açıklamayı getiriyor: ‘... burada Hamşen konusuyla doğrudan ilgili görünmemekle birlikte bazı Ermeni bayramlarının geleneksel yorumlarını sunuyoruz. Bunlar putperest dönemlerden beri kutlanagelen, ama Hıristiyanlığın kabulüyle bazen isim bazen da kabuk değiştiren en eski Ermeni bayramlarıdır.... Bu bölümleri, Hemşin araştırmacılarının daha sonraki çalışmalarına yararı olur düşüncesiyle ekledim ki araştırmalar ‘sakat‘ olmasın ‘doğmasın...’ Levon Khaçikyan’ın makalesi, ‘Hemşin Gizemi‘ adlı kitabın ana gövdesini oluşturuyor. Bu tür ‘bilimsel makaleler’de aranan ‘özellikler’e ‘büyük bir ustalıkla‘ uyulduğu görülüyor. Hamşenlilerin ‘gururlarını okşayarak ‘onların‘ komşularından farklı olarak yiğit, özverili, dürüst ve içten ‘olduklarını özellikle vurgulama ihtiyacı hissediliyor. Acaba dünyanın bütün halkları yiğit, özverili, dürüst ve içten değil midir? Makalesi dikkatle, incelendiğinde, esas olarak, özellikle Türkiye Hamşenlilerine yönelik Ermeni resmî tarih tezlerini aktarmaya çalıştığı görülmektedir. Khaçikyan, Sovyetler Birliği’nin onbeş birlik cumhuriyetinden biri olan Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin bir yurttaşı ve Bilimler Akademisi üyesidir. Kullandığı metot ve varmak istediği nokta bakımından, Bağdik Avedisyan‘ın ‘Çevirenin Önsözü’nde adını andığı Prof.M.Fahrettin Kırzıoğolu’ndan bir farkı var mıdır? Khaçikyan, halkları içten içe bir ‘ Hıristiyan-Müslüman ‘kamplaşmasına sevketmeye de büyük bir çaba harcıyor. İslamiyeti seçen ‘etnik gruplar’ın daha önce illâ Hırıstiyan olduları gibi bir saplantı içinde olduğu anlaşılıyor. ‘Paganlık‘ diye bir inanışın bulunduğunu kabullenmek istemiyor. Hamşenlilerin Sovyetler Birliği’ndeki sayıları hakkında tahminden öte bilgi veremediğini de görüyoruz! Prof.Paruyr Muradyan ve Bağdik Avesyan’ın kitabın başında yer alan makalelerinde belirttikleri ‘küçük kısaltma ve yetkili tanımlamalar ‘veya‘ birtakım küçük eklemeler ve bir iki düzeltme‘, diğer komşu halkları aşağılayan şoven ifadelerle ilgili neden işletilmemiştir? Komşu halkları aşağılayan ifadeler, en azından makaleyi Türkçeye tercüme eden Bağdik Avedisyan tarafından bazı dipnotlar konularak eleştirilebilir ve aynı görüşte olunmadığı belirtilebilirdi! Makalede ‘küçük kısaltmalar ve yetkili tanımlamalar ‘veya‘ birtakım küçük eklemeler ve bir iki düzeltme ‘yapan Prof.Paruyr Muradyan da, bu makaleyi Türkçeye tercüme eden ve kitabın ikinci bölümündeki ‘alıntıları’ı işine geldiği noktada özet ve tırnak içinde yapan Bağdik Avedisyan da Levon Khaçikyan gibi resmî tarih aktarıcılığı yaparak, yalnızca ‘Hamşen Tarihi’ni karartmıyorlar, Hamşenlilere komşu diğer halklar arasına düşmanlık tohumları ekiyorlar. ‘Hemşin Gizemi‘ adlı kitap, 1992’de ‘Ant Yayınları’ndan çıkan ‘Lazlar’ın Tarihi‘ ve 1996’da yine ‘Belge Yayınların’nın yayınladığı ‘Pontos Kültürü‘ adlı kitaplarla benzer özellikleri taşıyor. Bu kitaplar ilgili ‘etnik gruplar’ın dil, tarih, kültür, gelenek ve görenekleri hakkında bilgi vermekten daha çok bu ‘etnik gruplar’a yönelik diğer resmî tezlerinin derin izlerini taşımalarıyla dikkat çekiyorlar. ‘Hemşin Gizemi‘ adlı kitabın ana gövdesini oluşturan ‘Hamşen Ermeni Tarihinden Sayfalar‘ adlı makaleye (ve ‘Birkaç Söz‘ ve ‘Çevirenin Önsözü’nü yazanlara) göre Hamşenliler Ermeni; ‘Lazlar’ın Tarihi’ne göre Lazlar‘Gürcü’ / Kartveli; ‘Pontos Kültürü ne göre ise‘ Pontus(lu)lar ‘Elen’dir! Hamşenliler Ermeni resmî tarih tezlerinin; Lazlar ‘Gürcü‘ / Kartveli resmî tarih tezlerinin ve ‘Pontus(lu)lar’ ise Elen resmî tarih tezlerinin insafına terkediliyor! İlgi çekici olan bir diğer nokta, yukarıda adlarını andığım kitaplar ister telif, ister tercüme olsun yazarlarının veya yayınevlerinin ‘Sosyalist‘ en azından ‘muhalif sol‘ kimlikli olmalarıdır. Amaçlarının şu ya da bu şekilde resmi ideoloji aktarıcılığı yapmak olduğu anlaşılan yazarları bir kenara bırakırsak, ’sosyalist‘ veya en azından ‘muhalif sol‘ kimlikli yayınevlerinin, Türkiye’deki resmî tarih tezlerine karşı, dış resmî tarih tezlerinin derin izlerini taşıyan bu tür kitapları yayınlamaları anlaşılabilir bir durum değildir. Bu tür kitapların bazı yayınevleri tarafından ‘gözü kapalı‘ yayınlanmasının, ’muhalif sol‘un ‘ milliyetler sorunu’na hiç kafa yormamış olmasından kaynaklandığı açıktır. Bazı yayınevlerinin ‘etnik gruplar’la ilgili yayınlarında nesnel gerçekliği yansıtmayan düzeysiz ve özensiz ifade ve ‘saptamalar’ karşısında daha dikkatli davranacağını ve ‘kaş yaparken göz çıkarmayacağını‘ ümit ederim.

Tuesday, September 11, 2007

6 -7 Eylül Pogromları

Avrupa Pontos'lu Rum Dernekleri Federasyonu'nun, Frankfurt'ta SKD tarafından düzenlenen 6 -7 Eylül Pogromları "Utandıran Tarih" belgesel fotoğraf sergisine mesajı

SKD Yönetim Kurulunun saygı değer hanımefendileri, saygı değer beyefendileri, değerli ev sahipleri, değerli konuklar, davetiniz için Avrupa Pontos'lu Helen Dernekleri Federasyonu adına, sizlere yürekten teşekkür etmek istiyorum.
Bayan Dimitra Schickl - Papadopoulou

O, bilinen Eylül 1955'ten sonra birçok Rum bir daha geri dönmemek üzere yurtlarını terk ettiler. Fakat yüz yıllar boyu sevgiyle andıkları şehirlerinin İS TİN POLİ (kelimesi kelimesine tercümesi, "Şehrin içinde" anlamına geliyor) adı, belleklerinde ebediyen kaldı. Bu isimden yeni dilde kullanılan İS TAN BUL ismi türetildi.

O gün, 1955'in Eylül ayında felç olmuş bir sessizlik hâkimdi. O günün dünya politikasının, gerçeği, çıkarlara bağımlı olarak yarım ağızla kabul senaryosu hâkimdi.

Ta ki, bu güne kadar neredeyse aradan yarım asırlık bir zaman geçmiş olmasına rağmen ağızlardan, pişmanlığı ve özrü dile getiren tek kelime çıkmamıştır.

Suçun işlendiği o tarihte soru aynen şöyleydi: Kardeşim, bana saldırıp dövdün; dükkanımı, evimi, çocuklarımın okulunu talan ettin; benim için kutsal olan kiliseme tecavüz ettin; niçin? Ben sana ne yaptım?

O zaman bu sorulara verilmesi gereken bir çok cevabı olabilirdi.

Şimdi ben, o zamanki saldırı ve talana maruz kalanların sonraki kuşağından bir insan olarak aynı soruyu, o saldırıları ve talanı gerçekleştirenlerin sonraki kuşaklarına soruyorum: Kardeşim, baban niçin benim babama saldırıp dövdü? Neden onun dükkânını benim okulumu tahrip edip, yağmaladı? Neden bizler için kutsal olan kilisemize tecavüz etti? Neden; babam size ne yaptı?

Sorduğum kişi omuz silkiyor. Yoksa başka bir cevabı var mı? Alevlerin yuttuğu ateşe ve giderek külleşen korlara bakmak öyle kolay değildir. Belki de buna cevap olacak söze de gerek kalmamaktadır.

Acaba sözlerin gücü, bunca yıl susmanın ardından söylenmesi gerekeni, söylemeye yetmiyor mu ?

Anlaşılan sessizlik felç ediyor; konuşturmuyor. O zaman dilsizler gibi yap, bir işaret ver, o da anlaşılır.

Mesela bu işaret, yıkılmaya yüz tutmuş, amacına aykırı kullanılan kiliselerin, gerçek amaçlarına uygun kullanımı için sahiplerine geri iade edilmesi olabilir.

Bununla sadece bir nebze kültürel değerin kurtuluşunu sağlamakla kalmaz, aynı zamanda en temel insan hakkı olan dini inanç özgürlüğünün de, yeniden hayata geçirilmesi sağlanmış olur. Bu işaret, yapılan haksızlığın düzeltilmesi ve normal yaşama yeniden dönüşün bir adımı olabilir.

Bir işaret ver, söze gerek yok, bir işaret! Bu dil herkes tarafından anlaşılacaktır!

Bu gün tam da burada, kalpten gelen, açık ve net, bazı işaretler verilmektedir. Herkesçe anlaşılan bu işaretler hiç bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemektedir.

Benim Pontos'lu Helen atalarım da milattan çok daha önce Karadeniz yöresinde bir çok halkla barış ve iyi komşuluk içinde birlikte yaşıyorlardı.

Avrupa'daki gelişmeler Boğaz içinin (Bosporus) dünyasını da kendine göre değiştirdi. Geçen yüzyılın başlangıcında benim halkım da, yurdundan kovulmaya ve acılara maruz kaldı. Belki günün birinde, hem de aynı kurum tarafından tıpkı buna benzer bir de bu gerçekleri dile getiren bir dokümantasyon yapılır.

Tarih bunun senaryosunu şimdiden yazmaktadır.

O günden bu güne birçok şey değişti, fakat halklarımız arasındaki güven tıpkı taze bir filiz gibi çok yavaş gelişiyordu.

Ve o gün Eylül 1955 geldiğinde bu taze filiz, İstanbul ve İzmir sokaklarında her şeyi kırıp döken güruhlar tarafından tepelendi.

Bellekler hala taze, tarih ne günlerle ne de aylarla ölçülür; seneler Tarihin en küçük ölçüleridir.

Bu gün burada görgü tanıkları, resimleri fotoğrafları izledikçe aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen, o günlerin dehşet dolu saatlerini gözlerimizin önüne seriyorlar. İnsan, onların donuk bakışlarla gizlemeye çalıştıkları içlerinde kabaran korkuyu, açıktan hissediyor.
Çünkü izlediği fotoğraftan, hemen kapı komşu olduğu harabeye çevrilmiş okulu hatırlıyor. Sadece bir an gülümsüyor; parlayan gözleri yaşlarla doluyor ve hafiften başını sallayarak, bu güne kadar belleğine derin kök salmış bu yapılanları, hiç bir şekilde anlayışla karşılamadığını ima ediyor.

UTANDIRAN TARİH,
fakat gerçek bir tarih.

Dileriz bu sergi, bugün burada, yarin bir başka yerde, diğer günler bir çok yerlerde gösterilir. Bu tavır barışı teşvik etmektedir.

Böylesi etkinlikler, halklarımız arasındaki ilişkilerin normale dönmesine hizmet etmektedir.

Frankfurt, 26 Şubat 2000, “Utandıran Tarih” fotoğraf sergisinden izleyenlerden bir görüntü

Yan yana olmak, iyi komşuluk ilişkileri içinde birlikte olmaya dönüşmelidir.

Tıpkı bir zamanlar atalarımızın yüz yıllar boyu başardığı, etnik ve dini farklılıklara rağmen, barış içinde bir arada yaşamın, yeniden hayat bulması için uğraşmaya değer.

Bu tarihten çıkarılması gereken ders, barış içinde bir arada yaşamamızın temeli olmalıdır.
Bilgi çağında sesini yükselten vatandaş, -ki böyle olmasını diliyoruz- farklı pozisyonları, harekete geçmek için birleştirmenin bir vesilesi haline getirir. Bir yerlerde suçlu aramak, bizim sorunlarımızı çözmeyecektir. Başkalarının ne yapması yada yapmak zorunda olması gerektiğini düşünmeksizin, yada birlerinin bizi zorlamasında dolayı kendimizi "mecburiyet..." altında hissetmeksizin, görevlerimizi yürekten sahiplenip, somut adımlar atmamız sorunlarımıza çözüm olacaktır.

EFCHARISTO, ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM, DANKE SCHÖN.

Dimitra Schickl - Papadopoulou, Avrupa Pontos'lu Helen Dernekleri Federasyonu 2. Başkanı

Frankfurt, 26.03.2000
Türk toplumunun Anlına sürülmüş Kara bir leke: 6 – 7 Eylül Pogromları

Türk toplumunun Anlına sürülmüş Kara bir leke: 6 – 7 Eylül Pogromları

Verein der Völkermordgegner e.V. Frankfurt / Main
Soykırım Karşıtları Derneği (SKD); Kontakt : Ali Ertem Tel.: 0049/69/5970813; E-Mail: skd@gmx.net


Türk toplumunun Anlına sürülmüş Kara bir leke: 6 – 7 Eylül Pogromları

“Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’deki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? Harekât başlamadan önce Özel Harp Dairesi devredeydi. Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al. -Pardon Paşam anlamadım. 6-7 Eylül olayları mı? -Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi, Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı...(Paşam bunları söylerken benden de soğuk terler boşanıyordu). Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi? -E, evet Paşam!”
(Fatih Güllapoğlu’nun Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu ile görüşmesi; “Türk Gladio'su İçin Bazı İpuçları”, Tempo Dergisi, S.24, 9-15 Haziran 1991, s.24-27 aktaran Recep Maraşlı)

Bağrından Helen medeniyeti fışkıran Anadolu, gittikçe azaltılan ve en son ferdine kadar tüketilmek istenen Helen sahiplerini 6 -7 Eylül pogromlarından sonra, kısa bir zaman dilimi içerisinde kaybetti. Vefakâr, çalışkan ellerinin yarattığı sayısız değerlerini, taşınır, taşınmaz mallarını, kiliselerini, mezarların, binlerce yıllık tarihlerini hüzün ve gözyaşları içinde terk ettiler. Suçları günahları olmadığı halde dövüldüler, işkenceye maruz kaldılar, katledildiler, tecavüze uğradılar, korkutuldular, insanlığın bittiği, karanlığın çöktüğü bir mahşerde, yapa yalnız kaldılar; öz be öz, gözlerinin bebeği kadar sevdikleri binlerce yıllık yurtlarından sanki bir düşman gibi kovuldular. Yok olma noktasına kadar azaltıldılar.
Şimdi zulüm bizim kapımızda!

1915’ten 1955’e gelindiğinde aradan 40 yıl geçmiş. Devlete egemen olan zihniyet, 40 yıllık etnik ve mezhepsel yok etme harekâtını yeterli görmemiş. İngiltere’nin sömürgeci çıkarları sayesinde devletin eline yeni bir fırsat daha geçmiş. Kendinden saymadığı vatandaşlarının ve komşusunun fırsatını kollayan fırsat düşkünü zihniyet, masumun tepesine bindiği gibi, sadece “yeni” bir etnik arındırma harekâtını başlatmakla kalmamış, kendini, eninde sonunda kuzey Kıbrıs’ın işgaline, sonuçta da Ankara’ya bağlı kukla bir devlet (KKTC) ilanına kadar götürecek olan “garantör” konumuna getirmiştir.

Tamamen bilinçli, öngörülü ve planlı olarak tezgâhlanan 6 – 7 Eylül olayları, Cumhuriyetin vitrininde duran büyük şehirlerdeki etnik unsurlarının da son bir hamleyle yok edilmeleri girişimiydi. Devlet, bu politikasını hem o günlerde sürdürülmekte olan Kıbrıs görüşmelerinde bir şantaj, hem de İstanbul ve İzmir’in kadim halklarından kurtulmak için bir fırsat olarak kullandı.
Saldırılar, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve Yunanlılarca bir bomba atıldığı haberinin yayınlanmasıyla birlikte başlamıştı.
“Atatürk’ün evinin bombalanması” olayının, Türk devletinin tertiplediği bir provokasyon olduğu daha o günlerde Yunan makamlarınca ortaya çıkarılmıştı. Olayla ilgili olarak Selanik Hukuk Fakültesi’nde burslu öğrenci olarak okuyan ve bir Türk ajanı olan Oktay Engin ve Selanik Başkonsolosluğu Kavası Hasan Uçar yakalanmışlardı. Yaptığı işi “kahramanlık” olarak savunan bombacı Oktay Engin’in daha sonra polislik görevine devam edip, Nevşehir Valiliğine, Emniyet Genel Müdürlüğü Planlama Daire Başkanlığına kadar yükseldi.
Olayların kapsamlı bir devlet politikasının ürünü olduğu, 30 yıl sonra bir Türk generalinin (Org. Sabri Yirmibeşoğlu) itirafı ile “Özel Harp Dairesi” adına sahiplenilmiştir. General, Kıbrıs’ın işgaline varan hazırlıkların da ÖHD’nin işi olduğunu anlatmaktadır. “Özal Harp Dairesi”nin Kıbrıs’taki örgütlenmelerinin başlangıç tarihi de 1955’e dayanır. Kıbrıs Türkleri içinde “Volkan”, “9 Eylül” gibi kontrgerilla örgütleri de bu tarihlerde örgütlenmiş, 1958 yılında ise, bizzat Türk Generallerinin örgütlediği “Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı” adıyla merkezileştirilmiştir. 1974 işgaline kadar geçen süre içindeki “Özel Harp dairesi”nin çalışmaları bu kanaldan yürümüştür.
Kıbrıs’ın işgal edilmesi imparatorluk siyasetinin devamıydı
1950’lili yıllarda halen bir İngiliz sömürgesi olan Kıbrıs’ta, bağımsızlık mücadelesi yükselmektedir. Bağımsızlık mücadelesini daha çok Kıbrıslı Helen yurtseverler üstlenmiş bulunmaktaydılar. “Bağımsız Kıbrıs”ın sonuçta Yunanistan ile birleşmesine kesin gözüyle bakan TC, bunu önlemek için Kıbrıs bağımsızlık mücadelesine karşı, sürekli olarak İngiliz yönetiminin yanında yer aldı. Sorunu Birleşmiş Milletlere taşımadan kendi inisiyatifinde çözmeye çalışan İngiltere Başbakanı Eden’in önerisi ile taraflar, 29 Ağustos 1955’de Londra’da düzenlenen bir konferansta bir araya geldiler. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları Mc Millan, Stefanapulos ve F.Rüştü Zorlu’nun katıldıkları Londra Konferansı başarısızlıkla sonuçlandı. Yunanistan Adanın bağımsızlığını ve “self determination” hakkının tanınmasını istiyordu. İngiltere ileri tarihlerde Anayasal bir özerklik vermeyi öneriyor; TC ise Kıbrıs’taki statü değişikliklerine karşı çıkarak, tek değişikliğin Adanın Türkiye’ye verilmesi olabileceğini savunuyordu. Zaten tıkanmış olan konferans o sıralarda Londra’da görüşmelerde bulunan TC Dışişleri Bakanı Zorlu’nun Selanik olayını kınayarak ayrılmasıyla kesilmişti.
6-7 Eylül’de içe, Kıbrıs’ta dışa doğru gelişmenin bir iç bağlantısı vardır; 1964 Bağımsız Kıbrıs’ta Yunanistan’la birleşme politikasının ağırlık kazanmasına karşılık; İstanbul’da Rum ve Ermenilere ait gayri menkul ve Vakıf mallarının alınıp satılmasına konan ambargoyla; 1974’de Kıbrıs’ın işgal edilmesiyle İstanbul’da kalmakta direnen Rumların da mal mülklerini bırakarak Yunanistan’a göç etmeleri ile sürmüştür.
1923’te imzalanan Lozan antlaşması uyarınca Kıbrıs üzerinde hiçbir hakkının olmadığını teyit eden Türkiye, sömürgeci İngiltere’nin tetikçiliğini kabullenerek, Kıbrıs üzerinde yeniden “hak sahibi” olmayı başarmıştır. İngiltere, Kıbrıs’ta görülmesi gereken bütün kirli işlerini (katliam, işkence, sürgün, talan) tetikçisine bırakmıştır. TC devletinin yardımıyla, bağımsızlığı için savaşan Kıbrıs halklarının bölünmesini başarmıştır. Yüz yıllardır bir arada yaşayan, biri birlerinin dillerini bile konuşa bilen iki halkın arasına adeta bir kama sokarcasına, bir “Türk-Rum” ayrımı yaratarak, Kıbrıs halklarının kendi kaderini tayin hakkına engel olmuştur. Böylelikle adadaki sömürgeci varlığını bu günkü Avrupa birliği koşulları atında bile sürdürmeyi başarmaktadır.

Bütün bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, 6 – 7 Eylül pogromlarının vebalini de kısmen omuzlarında taşıyan İngiltere’nin, 1915 soykırımını en ince detaylarına kadar takip edip, bilen bir devlet olmasına rağmen, neden hala tanımaya yanaşmadığını anlamak herhalde zor olmayacaktır. Eğer ki, Türkiye’nin demokrasi güçleri, ilerici aydınları olarak bizler, İngiltere’nin, 25 Ekim 1921de Malta hapishanesinden salıverdiği İttihatçı soykırım suçluları ile KKTC arasındaki bağı doğru anlayabilirsek, tarihi geçmişimizle yüzleşmede de, doğru bir çizgi yakaladığımızdan emin olabiliriz demektir.

Soykırımı inkâr eden zihniyetin 6 – 7 Eylül pogromlarını kabullenmesi mümkün değildir

6 –7 Eylül 1955. Henüz Tarih bile sayılmayacak kadar yakın bir geçmiş. Olayların hem faillerinin hem de kurbanlarının, çoğunlukla yaşadıklarını var saymak, herhalde yanlış bir saptama sayılmaz. Koskoca bir insanlık âleminin bildiği, yerli ve yabancı yüzlerce ve hatta binlerce insanın tanık olduğu, kendi ağızlarından aktarılan yukarıdaki itirafların yanı sıra, kendi görüntüledikleri fotoğrafların bile tüm çıplaklığı ile ortaya serdiği bu gerçekler nasıl inkâr edilebilir? Bu kadar ayan beyan olan bir gerçeği bile inkâra kalkışan bir zihniyetten, toplumun geçmişi ile yüzleşmesi önündeki engelleri kaldırmasını beklemek ne kadar mantıklıdır? Hiçbir vicdani kaygı taşımaksızın, daha “dün” sayılabilecek bir insanlık suçu olarak 6 – 7 Eylül pogromlarını, insanlığın gözüne baka baka inkâr edenlerin, 1915 soykırımı konusunda gerçekleri itiraf etmesi beklenebilir mi?

Eğer ki, devlet erkinin, gerçeklerin kamu vicdanında yargılanmasına zerre kadar tahammülü olsaydı, sivil toplum örgütlerinin (Tarih Vakfı, İnsan Yerleşimleri Derneği ve Helsinki Yurttaşlar Derneği), geçmişimizle yüzleşme babında çok ağırbaşlı, mütevazı bir girişimi sayılması gereken 6 – 7 Eylül fotoğraf sergileri, hem de açılış gününde eli sopalı çapulcuların baskınına uğramazdı. Türkiye’den 2500 km uzakta olan Frankfurt kentinde düzenlenen benzer bir serginin (İHD’nin yardımıyla SKD tarafından organize edilen ve aynı temayı işleyen “Utandıran Tarih” adlı fotoğraf sergisi) organizatörlerine, sürmanşetten “Ateşle oynadıkları” tehdidi savrularak, gözdağı verilmek istenmişti. (Bkz. 27 Şubat 2002 tarihli Hürriyet Gazetesi Avrupa eki)

6 – 7 Eylül pogromlarının üzerinden de 50küsür yıl geçmesine rağmen zihniyet değişmemiş; ne pogromcu güruhun nede onları sevk ve idare eden kriminal çetelerin, alışkanlıkları, davranışları değişmemiş. Teşkilat-ı Mahsusa (Özel Örgüt), Özel Harp Dairesi olmuş. Yalanın ve iftiranın karşısına, gerçeklerle karşı durma yetersiz kaldığından, kin ve nefret tohumları her yerde yeşerme imkânı bulmuş; toplumumuz biraz daha kirlenmiş, değişim olarak kabullenmemiz gereken bir gerçek varsa o da, katillerinizin yaşları biraz daha küçülmüş. Artık 1955’te yarattıkları tabloya, başka bir deyimle kendi yüzlerine bakamayacak kadar insanlıktan uzaklaşmışlar. Irkçı histeriyle şuurunu kaybetmiş vaziyette yine insanlığın karşısına ellerinde sopalarla çıkmışlar. Jenosit araştırmacıları bu durumu (kronikleşen soykırım inkârını), “soykırımın en son aşaması” olarak tanımlıyorlar. Artık rejimin son çaresi, geçmişte işlediği soykırım ve insanlık suçlarını, yeni insanlık suçları ile örtbas etme çaresizliği olmaktadır. Geleneksel olarak kitle katliamları ile bastırılan Kürt isyanlar (doğrusu halkın kendini savunma hareketleri), Trakya’da tezgâhlanan anti-Yahudi pogromlar, Dersim’in Kızılbaş Alevilerine vurulan soykırımcı darbe, Müslüman olmayan halkları maddi ve manevi çökertmek için çıkartılan ırkçı “varlık vergisi”, 6 – 7 Eylül pogromları, Kıbrıs’ın işgali, Çorum, Maraş, Sivas pogromları, insanlığa karşı işlenmiş suçlar zincirinin hiç kopukluk arz etmeyen birer halkalarıdır. Bütün bu olaylar, 1915 soykırımı ile tepeden tırnağa kirlenmiş bir rejimin kendine baskı, terör ve kitle katliamlarıyla “meşruiyet” kazandırma eylemleridir.

Ancak şunu unutmamak gerekir ki, insanlığın bir tahammül sınırı vardır. İnsanlık, soykırımı, terörü, işkenceyi, devlet politikası yapan ve girdikleri her yeri kan gölüne çeviren maceraperestlere haddini bildireli aradan henüz 62 yıl geçmiştir. Tüm dünyayı kana, ateşe boğan Almanya ve Japonya’nın kendi toplumlarını da, felaketlere sürükledikleri unutulmamalıdır. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlar konusunda benzer konumda olduğu bilinen Türkiye Cumhuriyeti’nin, sanki hesap vermekten ebediyen muaf tutulacağını sanılmaktadır. Tahammül sınırının, Türkiye için geçerli olmadığını düşünenler müthiş bir yanılgı içindedirler. Eğer ki, Türkiye 1915’ten devraldığı inkâr ve imha siyasetinde ısrar ederse, hiç hesap etmediği bir bedelle karşılaşabilir. Bu bedeli, kuşkusuz günün koşulları, güçler dengesi tayin edecektir. Fakat bu faturanın, Türkiye Cumhuriyeti’nin ta kendisine mal olmayacağının da, hiç bir garantisi yoktur.

Barış ve halkların dostluğu için mücadeleden başka seçeneği olmayan insan hakları savunucuları, ülkelerinin toplumsal gerçeklerini doğru algılamak ve buna uygun çözüm önerileri sunmak zorundadırlar. Bizler geleceğimizin göz göre göre ateşe atılmasına seyirci kalamayız. Soykırımların, kitlesel kıyımların, pogromların mağdur ettiği halklara çamur ve iftira temelinde, tarihi gerçeklerin inkârı, geleceğimizi ateşe atma politikasıdır. Bu pervasız çılgınlığa “DUR!” demek için Türkiye sivil toplum örgütlerinin, ilerici insanlığının, aydınlarının, insan haklarına saygılı her ferdinin, insanlık adına bir sivil seferberlik başlatmaları gerekmektedir. Bunun için fazla “büyük” laflara gerek yoktur. Yürekten gelen davranışların gereği atılacak her küçük adım, ırkçılığa verilecek en anlamlı cevap olmanın yanı sıra, geleceğimizin teminatı olan barışın ve dostluğun da, temel taşları olacaktır.

Örneğin, Tarih Vakfı, İnsan Yerleşimleri Derneği ve Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin, ortak çalışması olan "50. Yılında 6 – 7 Eylül Olayları" fotoğraf sergisi, İstanbul’un dışına çıkarılması, Türkiye ve Türkiye-Kürdistan’ı şehirlerinin tümünde düzenlenmesi, bunun için somut bir adım olabilir. Yeter ki, uzun erimli bir mücadelenin başlatılması için somut adımlar atılsın. Mücadelenin seyri içinde doğru yöntem ve araçların çeşitliliği ortaya çıkacaktır. Halkların sağduyusu ve gerçeklere olan saygısı, eninde sonunda sorumlu mercileri doğru tavır takınmaya mecbur kılacaktır.

7 Aralık 1970 Varşova, Soykırım Anıtı önünde Kurbanların anısı için diz çökerek Alman halkı adına özür dileyen
Federal Almanya Baş Bakanı Willi Brandt : İktidar ve Muhalefet politikacılarımıza örnek olması dileği ile

Gerçeklerle yüzleşmek, hatalarından ders çıkarmak, soykırımlara ve pogromlara maruz kalmış halklardan özür dilemek, açılan yaraları sarmak için maddi ve manevi özveride bulunmak, temsil ettiği devletin meşruiyetinden kuşku duymayan medeni cesaret (Civilcourage) sahibi dürüst devlet adamlarının işidir. Türkiye’nin soykırım inkârcılarına, pogrom kışkırtıcı çetelere değil; vicdanı temiz, topluma gerçekleri anlatacak ve mağdur halklardan özür dileyecek kadar cesur politikacılara ihtiyacı var!

Frankfurt, 10 Eylül 2007

Thursday, August 9, 2007

ISLAMITISCHE TURKIJE

Langs de ene kant is Turkije een nationalistische en ondemocratische staat. De minderheden, zoals Kurden, geïslamiseerde Grieken, Armeniërs, Alevieten worden er onderdrukt...En langs de andere kant doet Turkije zich voor als seculier terwijl ook religieuze minderheden worden onderdrukt(Christenen, Soefi's, Joden) en Turkije bijvoorbeeld geen import van varkensvlees toelaat(vreemd voor een seculier land niet?) Langs de ene zijde dus Turks staatsnationalisme en de andere zijde de islam...Het is kiezen tussen de pest of cholera...Maar Turkije is opgericht door het Turks leger en AtaTurk en elke Turk wordt opgevoed met meer dan respect voor het leger, voor de Turkse ras en vlag, maar niet voor de democratie!. Opvoeding en opleiding van de Turken is nog steeds gebaseerd op de verovering, vernietiging van de vijand: basis ideologie van de alle Turken, links of rechts, religieus of seculaire, is gericht op de, "groot Turkije", een soort nieuwe "Turken imperium" die ook in west Europa "emigrant" genoemde Turkse maatschappijen moest verbreiden, versterken, assimilatie tegengaan en zoveel mogelijk mensen bij elkaar brengen...!. Turkije is en blijft natuurlijk een islamitisch land, volgens officiële cijfers 99,999% Moslims, Turken willen met dat soort cijfer`s meer bedoelen wat men eigenlijk denkt!; die en iedereen die een ander geloof aanhangt is een tweederangsburger of een dhimmy. Turkije is dus een absolute islamitisch land waar geen enkele optie open blijft! Een dictatuur die zegt dat hij 99,999 % van de stemmen heeft! Op deze manier de culturele tradities in Turkije botsen met de westerse tradities, want Turkije is dus absoluut islamitisch en het westen christelijk. Het is daarom zeer moeilijk om Turkije in het Europese stelsel te integreren. Ook als er nu een positieve politieke beslissing in deze richting zou worden genomen, blijft de vraag hoe het islamitische Turkije op maatschappelijk niveau een onderdeel van het westen kan zijn: Een land waar absoluut geen vrijheid is voor de Christenen, met ultieme antiwesterse moordenaars, strijders, 99.999 % Moslims, in zo'n land mensenrechten voor de niet-islamieten bestaan gewoon niet...Je bent enkel Gavur racist, Kafir homo, hoer wanneer je iets bekritiseert bij een moslim. Wat zij doen speelt geen rol. De Turken die nu hier bij de overheid actief zijn, zijn waarschijnlijk wel seculier, maar vergeet niet dat de miljoenen Turken nationalistisch - Islamitisch zijn. De seculaire groeperingen zijn te zwak en bovendien bieden ze geen enkele kans voor een mogelijke integratie. Alleen misleiden ze de overheid instellingen: wat immigratie en integratie betreft, willen deze beleidsmedewerkers op hun beurt natuurlijk nog meer Turken. Ook Arabieren willen nog meer Arabisch sprekende mensen hierheen halen: het gaat om meerderheidsvorming. Ze blijven nationalistisch, gebonden aan hun eigen machthebbers... Milli Gorus, Diyanet, Turk Islam vakfi en Grijze Wolven controleren meer dan 93% van de Turken in Nederland. Dat zijn die strijders van de eremoorden..je weet wel, zij die hun eigen zus vermoorden wanneer die verliefd wordt op een niet-Turk ofzo... Er is bijvoorbeeld een traditionele haat tegen Europa. Meeste Turken en Arabieren noemen Nederlanders nog steeds "Kafir", "Gawur", dit is zeer vijandelijk en volgens hun ideologie een volk die "kafir" is moet van Allah vernietigd worden...Daardoor zoveel genociden! De Romeinen, de Grieken, Efese, Byzantium, Constantinopel, de Aya Sophia: Turkije was vroeger een christelijk land, maar nu niet meer, erger is dat dit land etnische gezuiverd is, net als in de andere Islamitische landen, als ze een keer meerderheid krijgen, is er geen enkele kans voor de oorspronkelijke bewoners!!!Turkije: het land met een blauwe moskee in Europa, waar de Aya Sofia kerk in een moskee is veranderd, knieval van nieuwe Paus in dit heilige kerk is een nieuwe drama, hij heeft zich onderworpen aan de goddeloze duivelse imams: in een kerk bidden met dat soort Moslims die monumenten vervalsen is een totale ondergang. Turkije heeft de hoofdstad van het Romeinse rijk, Costantinopel, overgenomen. De Ottomaanse troepen zijn veel gebieden in de wereld binnengedrongen, in de Balkan zijn door de Ottomanen staten zoals Albanië en Bosnië geïslamiseerd. Daarnaast hebben we de recente migratie van Turken naar Europa, voornamelijk naar Duitsland, waar ze een grote islamitische gemeenschap vormen. Het beeld van de Turk in de westerse literatuur was altijd het beeld van een fanatieke onwetende, moordenaar, verrader, onderdrukker enzovoort. Vandaar de uitdrukking ‘Turkse kop’, wat ‘wreed hoofd’ inhoudt: alle andere bevolkingsgroepen zijn minderheden die niets in de pap te brokken hebben. Zij moeten zich gedeisd houden of ze gaan eraan of worden opgesloten. En wie ooit de film 'Midnight Express' heeft gezien, weet hoe gevangenissen in Turkije eruit zien en hoe niet-islamieten daar behandeld worden. Volgens het Turkse staatspropaganda, Milli Gorus, Diyanet, Turk Islam vakfi en Grijze Wolven is nu alleen de frontlinie veranderd: Europa wordt van binnenuit aangevallen...
In 1920 vermoorden de Turken onder leiding van Mustafa Kemal Ataturk in Pontos (aan de Zwarte zee..) 400 000 Christenen, en even later in 1922 Smyrna, het huidige Izmir, 300.000 christenen in nauwelijks een paar weken tijd. Oké, Turkije onder Ataturk was een seculiere staat.Conclusie: een seculier Turkije is net zo gevaarlijk voor Europa als een religieus Turkije.
Alleen al het feit dat Turken zo extreem nationalistisch zijn is een reden om niet in de EU te stappen, waar men veel van de beslissingsmacht moet afgeven aan Europees parlement en commissie. Turkije beperkt de vrijheid van meningsuiting. Zo kan iemand die de unitaire visie op de Turkse staat kritisch bespreekt worden vervolgd (zoals met betrekking tot de genocide op de Armeniërs en de Koerdische kwestie).Bovendien mag men zich niet verkijken op hun aantal: 70 miljoen nu, misschien 85 miljoen binnen 10 jaar, plus daarbij nog vele miljoenen etnische turken in de buurlanden, tot in China toe (de Oeigoeren), die zich dan ineens heel goed zouden herinneren dat ze ook Turken zijn en dus naar de EU kunnen verkassen.
Vreemd genoeg zijn het juist de in grote getale toegelaten anti-westerse moslims in Europa die een toetreding van Turkije tot de EU in de weg staan. Als Turkije een 'brug' zou kunnen zijn, zoals voorstanders het uitdrukken, dan is die brug bij voorbaat al ondermijnd. Hoe kortzichtig kunnen regeringen zijn?
Nog steeds word er gemarteld in Turkije en de mensenrechten worden dagelijks geschonden. Laat dit eerst eens ophouden en laat ze ook Christenen, Cyprus en Koerden erkennen, er zijn al genoeg moslims in Nederland die ons land in gevaar brengen. Een land dat de genocide op het Armeense volk gewoon keihard blijft ontkennen hoeft voor ons geen lid van de EU te worden. Stel je voor dat Duitsland de genocide op het Joodse volk zou ontkennen...dan zouden we op onze achterste benen gaan staan,misschien toch een ver van je bed show,of gewoon hypocriet?!? Door de infiltranten als een soort "gewone immigratie" genoemde Islamitische invasie in West-Europa is niet anders dan de eeuwenoude islamitische plundering tegen de beschaving. Zeker gehersenspoeld na de gesprekken met de Turkse en Arabische godsdienst handelaars, infiltranten, CDA-minister Piet Hein Donner van Justitie vindt dat de islam als nieuwe zuil in Nederland met open armen moet worden ontvangen, ze willen nu nog meer moskeen, nog meer Moslims!.
MEER MOSLIMMACHT
Vogelaar wil moslims helpen 'zich hier thuis te voelen'.
De Contact Groep Islam, Milli Gorus, Arabische Liga, Grijze Wolf en hun bazen uit Marokko en Turkije staan allemaal achter minister Vogelaar toe te juichen. Vogelaar wilt Moskeeën bevorderen volgens haar de integratie met 'uiteenlopende activiteiten'...Tijdens haar laatste bezoek aan een moskee moest zij zich `aanpassen`; tussen honderden parasitaire Moslim mannen schoenen uit! Zij durfde niet te vragen, waar op dat moment al die Moslim vrouwen zijn, en waarom zoveel jonge mannen zonder werk elke dag hier zich verzamelen??. In geen enkele kerk zitten zoveel mannen tijdens de werktijden...Zij zorgt nu voor hun uikeringen, betere huizen, comfortabele en nog snellere groeimogelijkheden, een vechter voor de hoge uitkeringen aan genadeloze Moslims, vrijwilliger(in hun ogen "een hoer"), moest zij nu ook zich aanpassen aan hun gewoontes!!! Moslim mannen hebben geen respect, ze lachen om; hun wensen, niet alleen 30 jaar uitkeringen zonder werk, maar ook langzamerhand hun barbarse gedrag wordt gelegaliseerd, ze kunnen nu onverminderd verder...Ze schuilen zich achter allerlei organisaties, godsdienst! Hun politiek-religieuze instellingen die onder antiwesterse Imams, eigen geheime diensten opereren, werden nu machtcentra's, moskeeën van tegenwoordig worden uitvalbasis voor de Moslims, opleidingscentra voor de politieke islam. Maar dat onze leiders zonder kritiek, zonder echte kennis dit soort bendes, uitstoot van Turkije en Marokko verder versterken is een gevaarlijke ontwikkeling. Dan zou Vogelaar eerst moeten vertellen wat er zo waardevol in die cultuur is en Nederland dat dan zou moeten overnemen. Deze mannen werken niet, in hun herkomstland deden ze ook niet, volgens hun geloof -ideologie, werk is een slechte zaak en bedoelt voor vrouw en kinderen, zoveel vrouwen en kinderen zijn niet zomaar uit de hemel gevallen!! Een "goede" man mag alleen strijden, vechten, oorlog uitvoeren en meer kinderen verwekken...Daarom zie jij hier ook niets toch, slechts, bedreigingen, beroven, moord en doodslag, wijken vol met de onderdrukte vrouwen en criminele kinderen. En nu, Ehsan Jami, rayonleider van het Comité voor Ex-Moslims is afgelopen weekend in Voorburg in elkaar geslagen. Mensenrechten organisaties, kerken zwijgen toch! Donner en Vogelaar mogen ook een keer een vraag stellen over de Christenen en niet-islamieten die in hun land verdwenen zijn. Huidige Turkije had circa 32% Christenen in de jaren 1912 en nu 0.003%.
Donner, Vogelaar die deze plunderaars willen omarmen, zich aan dit woestijn primitiviteit van 1400 jaar geleden onderwerpen, helpen nu nog meer invasie...Islamitische instroom zal dus niet meer stoppen. Deze Moslimimmigratie grotendeels bestaat uit vijandige massa tegen de westerse volkeren is zeer gevaarlijk, wij willen met dit lastige mail slechts aangeven, dat er zeer veel kosten zijn gemaakt tengevolge van een niet in de hand gehouden immigratie die nu voor de politieke doeleinden gebruikt wordt. Het bestaan van 2 Ministeries met miljarden kosten! Justitie zonder Moslim mannen had misschien een kleine fractie van het werk wat nu heeft en veel minder kosten! Vogelaar, zonder de anti-westerse moslims had waarschijnlijk andere soort werk!. Minimaal 2 ministeries moeten nu niet alleen de gevolgen van islamisering proces verwerken, maar erger is dat ze ook hetzelfde proces moeten handhaven! Ze moeten juist zorgen dat ze een waarschuwing krijgen van goed werkende Nederlanders, aanzien hoe deze islamitische grote parasiterende groepen hier van de welvaart profiteren en als dank ook nog rechten opeisen zonder er zelf iets voor in de plaats te zetten.

Monday, July 23, 2007

TURKEN PROBLEEM

Europese leiders zadelen ons dus op met een land dat op geen enkel vlak iets te maken heeft met ons beschavingsgebied, geografisch, cultureel, religieus noch etnisch. Bovendien is Turkije een land dat zijn eigen agenda heeft, en die is in essentie niet-Europees (maar wel pan-Turks richting Centraal-Azië) en antichristelijk vanuit een islamitische optiek. Over dit antichristelijke karakter van Turkije vernemen we weinig. Daarom deze korte omschrijving van de manier waarop Turkije omgaat met de minderheid van autochtone christenen (0,2 procent van de 68,8 miljoen inwoners; vooral Assyriërs, Armeniërs en Grieks-orthodoxen). Aanklachten Christenen in Turkije worden uitgesloten van posities in overheidsinstellingen of het leger; het wordt hun verboden om geestelijken op te leiden (het laatste Grieks-orthodoxe seminarie in Halki en het Grieks-orthodoxe seminarie van Santa Croce zijn beide in 1971 door de staat gesloten). Niet-moslims kunnen ook geen privéscholen oprichten. In de overgebleven scholen stelt de staat een tweede directeur aan -een moslim- met vetorecht als het gaat om beslissingen op het gebied van beleid en curricula. Niet-moslims mogen geen nieuwe kerken bouwen en dus worden de erediensten gehouden op enkele door de staat aangewezen plaatsen. Niet erkende groepen, onder andere leden van de Rooms-Katholieke Kerk, komen samen in woningen van particulieren. Christelijke instellingen mogen geen onroerende goederen bezitten. Liefdadigheidsinstellingen zoals ziekenhuizen en weeshuizen moeten bovendien belasting betalen. Niet-islamitisch proselitisme wordt door justitie vervolgd, alhoewel er officieel geen wet van kracht is die dat ondersteunt. Aanklachten zijn het „verstoren van de vrede”, „belediging van de islam”, het uitvoeren van „niet-toegestane activiteiten”, en het „verspreiden van gevaarlijke literatuur.” Gerechtshoven maken de arrestaties wel ongedaan, maar pas nadat de slachtoffers lang zijn vastgehouden en in hechtenis mishandeld. Moordaanslagen De apostolische stoel van de orthodoxe patriarch te Istanbul (ooit Konstantinopel geheten, daarvoor Nova Roma) wordt niet erkend, al bestaat deze bijna 1600 jaar, langer dan de islam zelf. Niet-islamieten zijn regelmatig het slachtoffer van pesterijen van lokale overheden en de Turkse bevolking. Zo worden sommige kerken in Istanbul bewaakt tijdens christelijke feestdagen (bijvoorbeeld het kerstfeest) omdat anders omstanders de kerkgangers lastigvallen of -diensten verstoren. Vergeet in deze context niet de ontkenning van de genocide op de Armeense christenen (1895, 1909, 1915-1917), de etnische zuivering van Pontus-Grieken uit Klein-Azië (1916-1923), de pogroms tegen Grieken te Istanbul (6 september 1955) en de huidige misdaden (vernietiging van dorpen en kerken, ontvoeringen en moordaanslagen) in Assyrische dorpen in de regio van Tur Abdin en Nusaybin. De Assyriërs -nog zo’n 10.000- ziet men graag verdwijnen want ze zijn de oudste etnoreligieuze minderheid van het land, en daarmee de laatste levende getuigen van het christelijke en pre-Turkse verleden van Anatolië. Het gebruikelijke excuus is dat deze wantoestanden niets met de islam te maken hebben, maar met „etnische spanningen” voortvloeiend uit „Turks nationalisme.” Maar de structurele vervolging en discriminatie zijn in essentie gericht tegen het christelijke karakter van de getroffen groepen, en niet tegen hun etnische achtergrond. Ze hebben de langzame eliminatie van het christendom als doel, zelfs al gaat het om nog slechts 150.000 mensen. Deze situatie valt niet te begrijpen zonder aandacht voor de minstens 800 jaar van dhimmitude (het systeem om de aan de islam onderworpen volkeren te regeren) waaronder christelijke volkeren tijdens de overheersing door Turkse moslims voortdurend hebben geleefd. Gezonde sigaretten Het huidige Turkije is, net zoals de meeste islamstaten, een moderne vermomming van een sociaal-culturele realiteit die gebouwd werd op de eeuwenlange vernedering en uitbuiting van niet-islamitische populaties die in jihadoorlogen werden veroverd. Het spreekt vanzelf dat het resultaat van die geschiedenis niet verdwijnt in een periode van tachtig jaar semiseculier bestuur. Zolang Turkije als islamitisch land niet in het reine komt met zijn religieus erfgoed zal men niet-moslims nooit tolereren, tenzij als tweederangsburgers die men straffeloos aan hun plaats kan herinneren. Kan men zich indenken dat deze wantoestanden in Nederland (of een ander Europees land) zouden voorkomen, en vooral dat ze een islamitische bevolking zouden viseren? Kan men zich indenken dat een land dat zich doelgericht en institutioneel antichristelijk opstelt nu de kans krijgt om zich te nestelen in het christelijke beschavingsgebied bij uitstek, namelijk Europa? Denk daaraan wanneer politici Turkije weer eens proberen te verkopen alsof het een pakje gezonde sigaretten is.

Bekeerde moslims in Turkije kijken uit naar EU

Turkse christenen krijgen stilaan meer vrijheidAbraham beth Arsan

De jongste twintig jaar zijn ruim vijfduizend Turkse moslims tot het christendom bekeerd. Makkelijk hebben ze het niet. Een gesprek met enkele evangelische nieuwe christenen tussen de resten van het Ottomaanse Rijk. Overal in Turkije staan kerken die in het verre verleden gebouwd zijn door Grieken, Assyriërs en Armeniërs. De huidige Turkse metropool Istanbul was dan ook het centrum van het christendom in de tijd van het Romeinse Rijk. Tot de Eerste Wereldoorlog was een groot deel van het huidige Turkije christelijk. De christenen van weleer zijn in de afgelopen eeuw door onderdrukkingen uit het land verdwenen. Nu wonen er nog slechts tweehonderdduizend christenen in een land met circa 65 miljoen inwoners. Verdwijnt het christendom helemaal uit Turkije of gloort voor de grootste godsdienst van de wereld toch nog enige hoop?Turkije wil graag lid worden van de Europese Unie. Maar dit schept ook verplichtingen, bijvoorbeeld ten aanzien van de tot het christendom bekeerde moslims. Die hebben het vandaag niet gemakkelijk. De plaatselijke autoriteiten maken nieuwe christenen het leven zuur. Liefst twintig kerken van de nieuwe christenen zijn betrokken in rechtszaken en worden bedreigd met sluiting. Een ervan is de protestantse kerk in Diyarbakir, Zuidoost-Turkije. Op 12 april 2004 moest de oprichter, Ahmet Guvener, voor de rechter verschijnen omdat hij volgens justitie in Diyarbakir zonder toestemming een kerk zou hebben geopend.Naar aanleiding van die zaak stelden de Nederlandse christelijke partijen, SGP en Christen Unie, schriftelijke vragen aan de Nederlandse minister van Buitenlandse Zaken, Ben Bot. Beide fracties verzochten de minister om van zijn diplomatieke contacten gebruik te maken om de zaak bij de Turkse autoriteiten in Ankara aan de orde te stellen.● De protestantse kerk in de Koerdische hoofdstad Diyarbakir ligt in een oude wijk. Met de auto is het een hele klus om haar door de op ezelverkeer berekende nauwe straatjes te bereiken. Onderweg vragen we een van de 2.000 taxichauffeurs in de stad wat hij vindt van de bekeerde christenen. Met enige verbazing vraagt de Koerdisch-islamitische taxichauffeur waarom ze bekeerd zijn. ,,Onze godsdienst is toch de beste? Of zijn ze bekeerd voor het geld?’’ Eenmaal bij de kerk blijkt dat er niet één kerk is maar, op drie meter tegenover elkaar, twee kerken. De andere kerk is van de Assyriërs. Het gebouw van de nieuwe christenen is nieuw. Het werd gebouwd in 2001.Binnen bevindt zich een groep jonge christenen, onder wie Suzan Erik, een meisje van twintig. Waarom is zij christen geworden? ,,Ik was eerst atheïst geworden. Daarna bestudeerde ik de verschillende godsdiensten. Via de broer van mijn vriendin kreeg ik een bijbelboek. Na het lezen van de bijbel ben ik christen geworden, ondanks de problemen met mijn familie en omgeving. Mijn moeder dreigt mij uit huis te zetten als ik niet stop met het lezen van de bijbel. Sommige van mijn klasgenoten hebben mij vooral in het begin gepest. Maar Jezus heeft mij geleerd altijd optimistisch te blijven.’’Inmiddels is de 39-jarige voorganger van de kerk, Ahmet Guvener, samen met een van zijn vijf kinderen aangeschoven aan tafel. Hij vertelt dat de officier van justitie gas terugnam en dat de rechter besliste dat de kerk open mocht blijven. Guvener laat de aanvankelijke aanklacht van de officier van justitie zien. Het misdrijf luidde: het openen van een kerk zonder toestemming. Justitie gaf als reden voor de aanklacht dat de kerk is gebouwd zonder het bestemmingsplan van de gemeente in acht te nemen. ,,Dat is de officiële versie van het verhaal. In werkelijkheid vonden de Turkse autoriteiten het niet leuk dat wij een kerk hebben gebouwd.’’ De uitspraak is van groot belang voor de situatie van alle kerken in het land, vindt Guvener. ,,Ze zal gevolgen hebben voor gelijksoortige rechtszaken in de rest van Turkije. Alle rechters moeten nu die jurisprudentie volgen.’’ Hij is ervan overtuigd dat de uitspraak de vrucht is van de internationale druk die buitenlandse commissies, consulaten en regeringen op de Turkse lokale en nationale autoriteiten uitoefenden.’’Volgens Guvener zijn er geen problemen met de moslimburen van de kerk. Hij hoopt dat Turkije in de toekomst beter kennismaakt met de bijbel: ,,Wij houden van ons land en hopen dat het hele land verlost wordt door Jezus,’’ aldus de protestante voorganger van Diyarbakir. In zijn stad zijn inmiddels ongeveer 60 moslims bekeerd tot het christendom.● Problemen hebben de nieuwe christenen niet alleen in Diyarbakir. Ook in Istanbul zijn de christenen in de afgelopen twee decennia het doelwit van de politie. Een autoriteit en tevens een slachtoffer van de Turkse politie is de Assyrische protestantse voorganger Behnan Konutgan. Hij zet zich al dertig jaar in voor de christenen in Istanbul en in de rest van het land. Tot vorig jaar was hij voorzitter van de protestantse kerk in Turkije. Maar het werk ging hem niet gemakkelijk af. Hij is in de afgelopen dertig jaar maar liefst 25 keer door de politie aangehouden en vijf keer werd daarbij zijn paspoort in beslag genomen. Soms duurde een aanhouding een dag, maar meestal een week. Vaak werd Konutgan gemarteld. ,,Ik werkte in het begin als docent en vertelde graag ook over de bijbel aan studenten. Daarom heeft de politie me gevangengenomen en gemarteld. Tijdens een marteling heb ik de politie gezegd dat als ze mij in vijf stukken zouden hakken, elk stuk van mij tegen de martelaars zou zeggen: ik hou van jullie. Dat is ons geloof, zei ik tegen de agenten. Ik heb ze gezegd dat ik voor hen zou bidden. Een keer heb ik de politie na zeven dagen te zijn gemarteld en vervolgens te zijn vrijgelaten in nieuwe schone kleding Turks gebak gebracht. Ik vertelde ze dat ik geen terrorist ben maar een christen en dat ik van hen hield.’’ Inmiddels is Konutgan al sinds 1987 niet meer gevangengenomen. Wijst dit op een grotere vrijheid voor de nieuwe christenen in Istanbul? ,,Ik werd de jongste jaren niet aangehouden, maar wel door de geheime politie voortdurend achtervolgd. Ze hebben gezien dat wij geen strafbare feiten begaan. Nu hebben wij goede contacten met de Turkse geheime dienst, de MIT. Wij vertellen ze dat wij niets te verbergen hebben.’’● Een ruime meerderheid van de leden van de protestantse kerk in Turkije, ruim 90 procent, bestaat uit nieuwe bekeerde moslims die voor het christendom hebben gekozen. In 1973 begon Konutgan met dit werk. ,,Wij waren destijds een kleine groep gelovigen. Onze groep bestond uit vijftien mensen. In 1980 hadden wij één kerk in Ankara en twee kerken in Istanbul. Wij hadden toen nog maar vijftig leden. Inmiddels is dat aantal gestegen tot zesduizend. Vanaf 1990 is er meer groei gekomen. Wij konden meer bijbels verspreiden en hadden een radiokanaal. Niettemin moet je niet vergeten dat wij tot vorig jaar heel moeilijk ons werk konden doen in Turkije. Pas de laatste drie maanden is er sprake van enige vrijheid. De problemen die wij nu nog hebben, dateren dus veelal uit het verleden. Er lopen nu in heel het land rechtszaken tegen onze kerken. Justitie geeft heel vaak het lokale bestemmingsplan op als reden. Ook is onlangs beslag gelegd op een Armeens protestantse kerk en haar bezittingen. Wij zijn daarvoor naar het Europese Hof voor de rechten van de mens gestapt.’’De christenen in Turkije hebben ook contacten met de Europese politici. Konutgan: ,,Ik vertel de Europese politici dat een deel van ons uit het oosten van het land komt en Assyrische protestanten zijn. Ik vraag de politici om Turkije te verzoeken ons niet langer als tweederangsburgers en als ongelovigen te beschouwen.’’ Ondanks de problemen die de protestanten met de autoriteiten hebben, hoopt Konutgan dat Turkije lid wordt van de Europese Unie. ,,Als Turkije geen lid wordt van de EU, is de kans groot dat het land zich op het Oosten oriënteert. En dit kan tot meer afkeer leiden ten aanzien van de christenen. Wel denk ik dat er nog honderd jaar zal nodig zijn vooraleer Turkije de Europese waarden en normen zal hebben overgenomen.’’● Ook de christelijke literatuuruitgever en pr-man van de Turks Protestantse Unie, Isa Karatas (35), denkt dat een lidmaatschap van Turkije bij de EU positief zal zijn voor de christenen. ,,De EU dient wel scherper toe te zien op de stappen die Turkije doet,’’ zegt Karatas, die elke twee maanden het blad Gerçege Dogru uitgeeft. In de afgelopen moeilijke periode schreef hij ook twee boeken. Samen met Konutgan is Karatas de bekendste christen die de bijbel aan de massa probeert uit te leggen.Hij vindt dat het verspreiden van het christendom in Turkije vooral de jongste jaren sterk is verbeterd. Hij maakt een vergelijking: ,,In 1983 was het bijna onmogelijk om op de boekenbeurs een bijbel op de tafel te presenteren. Nu kunnen wij dat boek zelfs op straat verkopen.’’ Door het verkondigen van het geloof heeft Karatas persoonlijk ook flink geleden: ,,Gevangen ben ik niet geweest, maar ik heb destijds wel mijn huwelijk uitgesteld, voor het geval ik gevangen zou worden genomen.’’