Tuesday, September 11, 2007

Türk toplumunun Anlına sürülmüş Kara bir leke: 6 – 7 Eylül Pogromları

Verein der Völkermordgegner e.V. Frankfurt / Main
Soykırım Karşıtları Derneği (SKD); Kontakt : Ali Ertem Tel.: 0049/69/5970813; E-Mail: skd@gmx.net


Türk toplumunun Anlına sürülmüş Kara bir leke: 6 – 7 Eylül Pogromları

“Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’deki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? Harekât başlamadan önce Özel Harp Dairesi devredeydi. Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al. -Pardon Paşam anlamadım. 6-7 Eylül olayları mı? -Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi, Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı...(Paşam bunları söylerken benden de soğuk terler boşanıyordu). Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi? -E, evet Paşam!”
(Fatih Güllapoğlu’nun Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu ile görüşmesi; “Türk Gladio'su İçin Bazı İpuçları”, Tempo Dergisi, S.24, 9-15 Haziran 1991, s.24-27 aktaran Recep Maraşlı)

Bağrından Helen medeniyeti fışkıran Anadolu, gittikçe azaltılan ve en son ferdine kadar tüketilmek istenen Helen sahiplerini 6 -7 Eylül pogromlarından sonra, kısa bir zaman dilimi içerisinde kaybetti. Vefakâr, çalışkan ellerinin yarattığı sayısız değerlerini, taşınır, taşınmaz mallarını, kiliselerini, mezarların, binlerce yıllık tarihlerini hüzün ve gözyaşları içinde terk ettiler. Suçları günahları olmadığı halde dövüldüler, işkenceye maruz kaldılar, katledildiler, tecavüze uğradılar, korkutuldular, insanlığın bittiği, karanlığın çöktüğü bir mahşerde, yapa yalnız kaldılar; öz be öz, gözlerinin bebeği kadar sevdikleri binlerce yıllık yurtlarından sanki bir düşman gibi kovuldular. Yok olma noktasına kadar azaltıldılar.
Şimdi zulüm bizim kapımızda!

1915’ten 1955’e gelindiğinde aradan 40 yıl geçmiş. Devlete egemen olan zihniyet, 40 yıllık etnik ve mezhepsel yok etme harekâtını yeterli görmemiş. İngiltere’nin sömürgeci çıkarları sayesinde devletin eline yeni bir fırsat daha geçmiş. Kendinden saymadığı vatandaşlarının ve komşusunun fırsatını kollayan fırsat düşkünü zihniyet, masumun tepesine bindiği gibi, sadece “yeni” bir etnik arındırma harekâtını başlatmakla kalmamış, kendini, eninde sonunda kuzey Kıbrıs’ın işgaline, sonuçta da Ankara’ya bağlı kukla bir devlet (KKTC) ilanına kadar götürecek olan “garantör” konumuna getirmiştir.

Tamamen bilinçli, öngörülü ve planlı olarak tezgâhlanan 6 – 7 Eylül olayları, Cumhuriyetin vitrininde duran büyük şehirlerdeki etnik unsurlarının da son bir hamleyle yok edilmeleri girişimiydi. Devlet, bu politikasını hem o günlerde sürdürülmekte olan Kıbrıs görüşmelerinde bir şantaj, hem de İstanbul ve İzmir’in kadim halklarından kurtulmak için bir fırsat olarak kullandı.
Saldırılar, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve Yunanlılarca bir bomba atıldığı haberinin yayınlanmasıyla birlikte başlamıştı.
“Atatürk’ün evinin bombalanması” olayının, Türk devletinin tertiplediği bir provokasyon olduğu daha o günlerde Yunan makamlarınca ortaya çıkarılmıştı. Olayla ilgili olarak Selanik Hukuk Fakültesi’nde burslu öğrenci olarak okuyan ve bir Türk ajanı olan Oktay Engin ve Selanik Başkonsolosluğu Kavası Hasan Uçar yakalanmışlardı. Yaptığı işi “kahramanlık” olarak savunan bombacı Oktay Engin’in daha sonra polislik görevine devam edip, Nevşehir Valiliğine, Emniyet Genel Müdürlüğü Planlama Daire Başkanlığına kadar yükseldi.
Olayların kapsamlı bir devlet politikasının ürünü olduğu, 30 yıl sonra bir Türk generalinin (Org. Sabri Yirmibeşoğlu) itirafı ile “Özel Harp Dairesi” adına sahiplenilmiştir. General, Kıbrıs’ın işgaline varan hazırlıkların da ÖHD’nin işi olduğunu anlatmaktadır. “Özal Harp Dairesi”nin Kıbrıs’taki örgütlenmelerinin başlangıç tarihi de 1955’e dayanır. Kıbrıs Türkleri içinde “Volkan”, “9 Eylül” gibi kontrgerilla örgütleri de bu tarihlerde örgütlenmiş, 1958 yılında ise, bizzat Türk Generallerinin örgütlediği “Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı” adıyla merkezileştirilmiştir. 1974 işgaline kadar geçen süre içindeki “Özel Harp dairesi”nin çalışmaları bu kanaldan yürümüştür.
Kıbrıs’ın işgal edilmesi imparatorluk siyasetinin devamıydı
1950’lili yıllarda halen bir İngiliz sömürgesi olan Kıbrıs’ta, bağımsızlık mücadelesi yükselmektedir. Bağımsızlık mücadelesini daha çok Kıbrıslı Helen yurtseverler üstlenmiş bulunmaktaydılar. “Bağımsız Kıbrıs”ın sonuçta Yunanistan ile birleşmesine kesin gözüyle bakan TC, bunu önlemek için Kıbrıs bağımsızlık mücadelesine karşı, sürekli olarak İngiliz yönetiminin yanında yer aldı. Sorunu Birleşmiş Milletlere taşımadan kendi inisiyatifinde çözmeye çalışan İngiltere Başbakanı Eden’in önerisi ile taraflar, 29 Ağustos 1955’de Londra’da düzenlenen bir konferansta bir araya geldiler. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları Mc Millan, Stefanapulos ve F.Rüştü Zorlu’nun katıldıkları Londra Konferansı başarısızlıkla sonuçlandı. Yunanistan Adanın bağımsızlığını ve “self determination” hakkının tanınmasını istiyordu. İngiltere ileri tarihlerde Anayasal bir özerklik vermeyi öneriyor; TC ise Kıbrıs’taki statü değişikliklerine karşı çıkarak, tek değişikliğin Adanın Türkiye’ye verilmesi olabileceğini savunuyordu. Zaten tıkanmış olan konferans o sıralarda Londra’da görüşmelerde bulunan TC Dışişleri Bakanı Zorlu’nun Selanik olayını kınayarak ayrılmasıyla kesilmişti.
6-7 Eylül’de içe, Kıbrıs’ta dışa doğru gelişmenin bir iç bağlantısı vardır; 1964 Bağımsız Kıbrıs’ta Yunanistan’la birleşme politikasının ağırlık kazanmasına karşılık; İstanbul’da Rum ve Ermenilere ait gayri menkul ve Vakıf mallarının alınıp satılmasına konan ambargoyla; 1974’de Kıbrıs’ın işgal edilmesiyle İstanbul’da kalmakta direnen Rumların da mal mülklerini bırakarak Yunanistan’a göç etmeleri ile sürmüştür.
1923’te imzalanan Lozan antlaşması uyarınca Kıbrıs üzerinde hiçbir hakkının olmadığını teyit eden Türkiye, sömürgeci İngiltere’nin tetikçiliğini kabullenerek, Kıbrıs üzerinde yeniden “hak sahibi” olmayı başarmıştır. İngiltere, Kıbrıs’ta görülmesi gereken bütün kirli işlerini (katliam, işkence, sürgün, talan) tetikçisine bırakmıştır. TC devletinin yardımıyla, bağımsızlığı için savaşan Kıbrıs halklarının bölünmesini başarmıştır. Yüz yıllardır bir arada yaşayan, biri birlerinin dillerini bile konuşa bilen iki halkın arasına adeta bir kama sokarcasına, bir “Türk-Rum” ayrımı yaratarak, Kıbrıs halklarının kendi kaderini tayin hakkına engel olmuştur. Böylelikle adadaki sömürgeci varlığını bu günkü Avrupa birliği koşulları atında bile sürdürmeyi başarmaktadır.

Bütün bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, 6 – 7 Eylül pogromlarının vebalini de kısmen omuzlarında taşıyan İngiltere’nin, 1915 soykırımını en ince detaylarına kadar takip edip, bilen bir devlet olmasına rağmen, neden hala tanımaya yanaşmadığını anlamak herhalde zor olmayacaktır. Eğer ki, Türkiye’nin demokrasi güçleri, ilerici aydınları olarak bizler, İngiltere’nin, 25 Ekim 1921de Malta hapishanesinden salıverdiği İttihatçı soykırım suçluları ile KKTC arasındaki bağı doğru anlayabilirsek, tarihi geçmişimizle yüzleşmede de, doğru bir çizgi yakaladığımızdan emin olabiliriz demektir.

Soykırımı inkâr eden zihniyetin 6 – 7 Eylül pogromlarını kabullenmesi mümkün değildir

6 –7 Eylül 1955. Henüz Tarih bile sayılmayacak kadar yakın bir geçmiş. Olayların hem faillerinin hem de kurbanlarının, çoğunlukla yaşadıklarını var saymak, herhalde yanlış bir saptama sayılmaz. Koskoca bir insanlık âleminin bildiği, yerli ve yabancı yüzlerce ve hatta binlerce insanın tanık olduğu, kendi ağızlarından aktarılan yukarıdaki itirafların yanı sıra, kendi görüntüledikleri fotoğrafların bile tüm çıplaklığı ile ortaya serdiği bu gerçekler nasıl inkâr edilebilir? Bu kadar ayan beyan olan bir gerçeği bile inkâra kalkışan bir zihniyetten, toplumun geçmişi ile yüzleşmesi önündeki engelleri kaldırmasını beklemek ne kadar mantıklıdır? Hiçbir vicdani kaygı taşımaksızın, daha “dün” sayılabilecek bir insanlık suçu olarak 6 – 7 Eylül pogromlarını, insanlığın gözüne baka baka inkâr edenlerin, 1915 soykırımı konusunda gerçekleri itiraf etmesi beklenebilir mi?

Eğer ki, devlet erkinin, gerçeklerin kamu vicdanında yargılanmasına zerre kadar tahammülü olsaydı, sivil toplum örgütlerinin (Tarih Vakfı, İnsan Yerleşimleri Derneği ve Helsinki Yurttaşlar Derneği), geçmişimizle yüzleşme babında çok ağırbaşlı, mütevazı bir girişimi sayılması gereken 6 – 7 Eylül fotoğraf sergileri, hem de açılış gününde eli sopalı çapulcuların baskınına uğramazdı. Türkiye’den 2500 km uzakta olan Frankfurt kentinde düzenlenen benzer bir serginin (İHD’nin yardımıyla SKD tarafından organize edilen ve aynı temayı işleyen “Utandıran Tarih” adlı fotoğraf sergisi) organizatörlerine, sürmanşetten “Ateşle oynadıkları” tehdidi savrularak, gözdağı verilmek istenmişti. (Bkz. 27 Şubat 2002 tarihli Hürriyet Gazetesi Avrupa eki)

6 – 7 Eylül pogromlarının üzerinden de 50küsür yıl geçmesine rağmen zihniyet değişmemiş; ne pogromcu güruhun nede onları sevk ve idare eden kriminal çetelerin, alışkanlıkları, davranışları değişmemiş. Teşkilat-ı Mahsusa (Özel Örgüt), Özel Harp Dairesi olmuş. Yalanın ve iftiranın karşısına, gerçeklerle karşı durma yetersiz kaldığından, kin ve nefret tohumları her yerde yeşerme imkânı bulmuş; toplumumuz biraz daha kirlenmiş, değişim olarak kabullenmemiz gereken bir gerçek varsa o da, katillerinizin yaşları biraz daha küçülmüş. Artık 1955’te yarattıkları tabloya, başka bir deyimle kendi yüzlerine bakamayacak kadar insanlıktan uzaklaşmışlar. Irkçı histeriyle şuurunu kaybetmiş vaziyette yine insanlığın karşısına ellerinde sopalarla çıkmışlar. Jenosit araştırmacıları bu durumu (kronikleşen soykırım inkârını), “soykırımın en son aşaması” olarak tanımlıyorlar. Artık rejimin son çaresi, geçmişte işlediği soykırım ve insanlık suçlarını, yeni insanlık suçları ile örtbas etme çaresizliği olmaktadır. Geleneksel olarak kitle katliamları ile bastırılan Kürt isyanlar (doğrusu halkın kendini savunma hareketleri), Trakya’da tezgâhlanan anti-Yahudi pogromlar, Dersim’in Kızılbaş Alevilerine vurulan soykırımcı darbe, Müslüman olmayan halkları maddi ve manevi çökertmek için çıkartılan ırkçı “varlık vergisi”, 6 – 7 Eylül pogromları, Kıbrıs’ın işgali, Çorum, Maraş, Sivas pogromları, insanlığa karşı işlenmiş suçlar zincirinin hiç kopukluk arz etmeyen birer halkalarıdır. Bütün bu olaylar, 1915 soykırımı ile tepeden tırnağa kirlenmiş bir rejimin kendine baskı, terör ve kitle katliamlarıyla “meşruiyet” kazandırma eylemleridir.

Ancak şunu unutmamak gerekir ki, insanlığın bir tahammül sınırı vardır. İnsanlık, soykırımı, terörü, işkenceyi, devlet politikası yapan ve girdikleri her yeri kan gölüne çeviren maceraperestlere haddini bildireli aradan henüz 62 yıl geçmiştir. Tüm dünyayı kana, ateşe boğan Almanya ve Japonya’nın kendi toplumlarını da, felaketlere sürükledikleri unutulmamalıdır. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlar konusunda benzer konumda olduğu bilinen Türkiye Cumhuriyeti’nin, sanki hesap vermekten ebediyen muaf tutulacağını sanılmaktadır. Tahammül sınırının, Türkiye için geçerli olmadığını düşünenler müthiş bir yanılgı içindedirler. Eğer ki, Türkiye 1915’ten devraldığı inkâr ve imha siyasetinde ısrar ederse, hiç hesap etmediği bir bedelle karşılaşabilir. Bu bedeli, kuşkusuz günün koşulları, güçler dengesi tayin edecektir. Fakat bu faturanın, Türkiye Cumhuriyeti’nin ta kendisine mal olmayacağının da, hiç bir garantisi yoktur.

Barış ve halkların dostluğu için mücadeleden başka seçeneği olmayan insan hakları savunucuları, ülkelerinin toplumsal gerçeklerini doğru algılamak ve buna uygun çözüm önerileri sunmak zorundadırlar. Bizler geleceğimizin göz göre göre ateşe atılmasına seyirci kalamayız. Soykırımların, kitlesel kıyımların, pogromların mağdur ettiği halklara çamur ve iftira temelinde, tarihi gerçeklerin inkârı, geleceğimizi ateşe atma politikasıdır. Bu pervasız çılgınlığa “DUR!” demek için Türkiye sivil toplum örgütlerinin, ilerici insanlığının, aydınlarının, insan haklarına saygılı her ferdinin, insanlık adına bir sivil seferberlik başlatmaları gerekmektedir. Bunun için fazla “büyük” laflara gerek yoktur. Yürekten gelen davranışların gereği atılacak her küçük adım, ırkçılığa verilecek en anlamlı cevap olmanın yanı sıra, geleceğimizin teminatı olan barışın ve dostluğun da, temel taşları olacaktır.

Örneğin, Tarih Vakfı, İnsan Yerleşimleri Derneği ve Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin, ortak çalışması olan "50. Yılında 6 – 7 Eylül Olayları" fotoğraf sergisi, İstanbul’un dışına çıkarılması, Türkiye ve Türkiye-Kürdistan’ı şehirlerinin tümünde düzenlenmesi, bunun için somut bir adım olabilir. Yeter ki, uzun erimli bir mücadelenin başlatılması için somut adımlar atılsın. Mücadelenin seyri içinde doğru yöntem ve araçların çeşitliliği ortaya çıkacaktır. Halkların sağduyusu ve gerçeklere olan saygısı, eninde sonunda sorumlu mercileri doğru tavır takınmaya mecbur kılacaktır.

7 Aralık 1970 Varşova, Soykırım Anıtı önünde Kurbanların anısı için diz çökerek Alman halkı adına özür dileyen
Federal Almanya Baş Bakanı Willi Brandt : İktidar ve Muhalefet politikacılarımıza örnek olması dileği ile

Gerçeklerle yüzleşmek, hatalarından ders çıkarmak, soykırımlara ve pogromlara maruz kalmış halklardan özür dilemek, açılan yaraları sarmak için maddi ve manevi özveride bulunmak, temsil ettiği devletin meşruiyetinden kuşku duymayan medeni cesaret (Civilcourage) sahibi dürüst devlet adamlarının işidir. Türkiye’nin soykırım inkârcılarına, pogrom kışkırtıcı çetelere değil; vicdanı temiz, topluma gerçekleri anlatacak ve mağdur halklardan özür dileyecek kadar cesur politikacılara ihtiyacı var!

Frankfurt, 10 Eylül 2007

No comments: